“OKU, YARATAN RABBIN ADIYLA”
İnsanlığın, vahşetin ve cehaletin karanlık kokuşmuş bataklığında boğulup can çekiştiği, bütün dünyanın manevi bir zifiri karanlık içinde çırpındığı, adeta insanlığın onur ve haysiyet elbisesini çıkararak insanlıktan çıktığı bir zamandı.
Bütün dünyada olduğu gibi, Mekke’de insanın insan yerine konulmadığı, boynu tasmalı kadın veerkeklerden oluşan insanat! pazarlarının kurulduğu, fakir, düşkün ve yetimlerin gözetilmediği, namus ve haysiyetlerin alaşağı edilip pazarlandığı, kavmiyetçilik taassubuyla insanların birbirini boğazladığı, her türlü kötülüğün ve fuhşiyatın alenen işlendiği, güçlülerin her zaman haklı, zayıfların ise hiçbir hakkının olmadığı, kız çocuklarının bir baba için toplum içinde utanç kaynağı olarak kabul edildiği ve bu nedenle diri diri evladını toprağa gömmeyi kabul edecek kadar vijdan ve kalplerin karardığı, beşerin yırtıcılıkta sırtlanları bile kıskandıracak kadar geride bıraktığı böylesi vahşetli ve dehşetli bir zamanda Alemlerin Rabbı, Halıkı olan Allah (c.c.), Hira Mağarasında günler ve gecelerce yalnız kalarak düşüncelere dalan Fahr-i Kainat’a (sav) Cebrail (as) ile ilk emrini gönderdi; “Oku yaratan Rabb’ın adıyla”
Adeta artık son nefesini vermiş olan bir hastaya acil müdahale edilerek yeniden hayata döndürülmesi, ruhunu teslim etmiş bir bedene yeniden ruh üflenmesi gibi insanlığın kalp, vicdan ve ruhuna hayat bahşeden ilahi bir sesleniş ile Cebrail (as) Rasulullah’a (sav) seslendi;
"Oku, yaratan Rabb'ın adıyla. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabb’ın sonsuz kerem sahibidir. (1)
“Oku” emriyle birlikte, Allah Rab (ıslah ve terbiye eden) ve Halık (yaratan) isimlerini bizlere bildiriyor. Bu ayetten hareketle Allah’ın (c.c) bizlere “Ben sizleri anne karnı karanlığında, daracık bir ortamda, kan ve su içinde bir damla sudan, küçük bir kan damlasından sonsuz ihtimaller içerisinde mükemmel bir şekilde yarattım. İnsan gibi yerleri, gökleri ve ikisinin arasındaki canlı cansız nice mahlûkatı da hiç yoktan ben yarattım. Bunları görerek idrak edip anlayabilmeniz için de size göz, kulak, akıl gibi birçok hissiyatlar verdim. O halde yaratıcı kudretimin tecellileri olan ayetlerimi size verdiğim ilimler ile okuyun ve benden başkalarını kendinize Rab edinmeyin” dediğini anlıyor ve manen tefekkür ediyorum.
Madem ilk emir “Oku” o halde neyi, nasıl okumalı ve nasıl anlamalıyız?
Öncelikle “oku” emriyle kastedilen mananın evvela Kur’an ayetlerini, sair kitapları, bütün ilim ve fenleri tahsil etmek amacıyla okumak olduğu düşüncesi doğru olmakla birlikte eksik bir düşüncedir. Zira kâinatta bütün eşya, mahlukat, ilimler, fenler ve kanunlar her biri birer kitap hükmünde olup, aynı zamanda Allah’ın tekvini ayetlerindendir.
Allah ayetinde bizlere “Yaratan Rabb’ın adıyla oku” buyuruyor. Demek ki neyi nasıl okursak okuyalım, hangi ilim ve fenni talim ediyorsak edelim Halık ve Rab olan Allah’ı unutmadan O’nun adıyla okumamız gerektiği bizlere emrediliyor.
Dolayısıyla bizler de ilk yapmamız gereken en önemli işlerimizin en başında “oku” emrine kendimizi muhatap kabul ederek bu istikamette hareket etmeli ve okumalıyız. Zira Allah (c.c.) bir ayetinde;
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri düşünüp ders çıkarırlar.” (2)
Bir Hadis-i Kudsi’de ise Alemlerin Rabbi ve Halıkı olan Allah “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” (3) buyuruyor.
Buradan hareketle diyebiliriz ki; Allah’ı tanımak bilmek isteyen insan Allah’ın icraatlarının yaratıcı gücünün ve kudretinin, isimlerinin ve sıfatlarının aynaları olan yerler ve gökler ile ikisinin arasında yer alan şeffaf, saydam, nurlu, kesif bütün eşya ve mahlûkatı ilmin ışığında dikkatle incelemeli, akıl ve kalbin ışığında bütün eşya ve mahlûkatın bağlı olduğu ilimler ve kanunlar çerçevesinde Allah’ın isimlerine nasıl ve ne şekilde aynalık vazifesini yaptığını görmelidir.
Bütün kâinat iç içe geçmiş, adeta el ele vermiş kanunlar manzumesinden müteşekkil olup, her bir kanun aynı zamanda başlı başına bir ilmi ihtiva ediyor. Kâinatta bulunan bütün mahlûkat ta dolayısıyla mevcut kanunlarla bağlanmış bir halde kendilerine çizilen yol ve verilen fıtri görevler doğrultusunda hareket ediyor ve vazifelerini yapıyorlar. Bu kapsamda her bir kanun ve kanunlarla bağlanmış ilimler aynı zamanda Allah’ın isimlerinin cilvelerine aynalık vazifesi yapıyorlar. O halde her bir mahlûkat kendi lisan-ı haliyle ve kendisine verilen aynalık vazifesinin özelliğine göre Allah’ın isimlerini dolayısıyla yaratıcı kudretini ilan ediyorlar.
Gerçek akıl ve idrak sahibi olup, bilenlerden olmak için madde ve mana planında ne varsa, Allah’ın bizlere verdiği akıl nimeti cihazatını Allah’ın istediği istikamette kullanarak ilim ve fenleri okumalı ve Allah’ın tekvini ayetlerini talim ve tefekkür ederek hayret, haşyet, hürmet ve büyük bir teslimiyetle her an büyük yaratıcı kudretin huzurunda ve nazarında olduğunu bilerek hareket etmelidir.
İlim ve irfanda terakki etmek ancak Allah’ın tekvini ayetlerine sebepler dairesinde riayet ederek hareket etmeye bağlıdır. Aksi takdirde ilimsiz din insanı bağnazlığa, dinsiz ilim ise insanı dalaletin kokuşmuş çamurlu, karanlık derelerine götürür. İkisinin el ele vermesinden ise hakikat, hakiki insanlık, medeniyet, irfan zuhur edip ortaya çıkar.
Her bir milletin kendine has alfabesini öğrenmek kaydıyla, o lisanı ve o lisanla yazılmış kitapları okumak mümkün ise de şayet o lisanın manasına vakıf olunmazsa ne anlattığını da anlamak mümkün değildir. Aynen bunun gibi canlı, cansız her ne varsa bütün mahlûkatın her birinin kendine has bir lisanı vardır.
Hayvanat taifesi içinde yürüyen, uçan, sürünen yabani ve evcil ne varsa binlerce çeşit hayvanat milletlerinin kendi içlerinde her birinin ayrı ayrı lisanları vardır. Nebatat yani bitkiler taifesinin de aynı şekilde lisan-ı hal adı verdiğimiz lisanları vardır. Gerek hayvanat, gerekse nabatat taifesi gibi diğer bütün mahlûkat Allah’ın tekvini ayetlerindendir. Kâinat içinde yer alan bütün mahlûkat lisan-ı halleriyle (hal diliyle) ve vazifeleriyle bizlere manen Allah’ı anlatıyorlar. Adeta Hz. Bilal-ı Habeşi’nin yüksek bir sada ile Allahu ekber diyerek Allah’ın azametini ve tevhidi haykırması gibi, kendi vazifeleri ve halleriyle Allah’ı tesbih ve takdis ederek hallerine göre Allah’ın isimlerinin tecelligahı olarak vazife yapıyorlar.
Mesela baharda dağ başında açan bir küçük çiçek kendisine dikkatle bakan gözlere ve kulak verenlere sessiz bir feryad ile lisan-ı haliyle (hal diliyle) bağırıyor; Beni sanatla yaratan Ya Sanî, nakış gibi işleyen Ya Nakkaş, mükemmel bir suret verip yaratan Ya Musavvir, hayat vererek dirilten Ya Hayy, Ya Yuhyî, tekrar diriltmek üzere öldüren Ya Yumît, rızkımı ayağıma koşturup getiren Ya Rahman, Ya Rezzak, kokular ve renklerle beni mükemmel bir surette süsleyen Ya Cemil, Ya Müzeyyin, beni benden önceki neslimin sureti ve şekliyle aynen yada mislen yaratan Ya Kadir,… vs,” diyor ve Allah’ın sayısız isimlerini fıtri hal ve vazifeleriyle ilan ediyor, anlatıyor, gösteriyor ve işittiriyor.
Adeta bir hazine teşhircisi gibi kutsal hazine avcısı olan müşterilerini kendi hakikat tezgahına çağırıyor ve “bana gel, aklın, gözün ve kulağın ile dikkatini bana ver, bende yazılanları oku ve anla” diyerek hak ve hakikat tellallığı yapıyor.
Dersini dikkat kulağıyla dinleyen müdakkik dikkatli talebeler böylece bu kâinat kitabının katibini tanıyor biliyor ve O’nun ilmi, kudreti ve azameti karşısında inkıyad ile boyun bükerek Lailaheillallah diyerek tevhidi, Allahuekber diyerek Allah’ın azametini ve kudretini tasdik ediyorlar.
Ezcümle (sözün özü) “OKU” emrinin hakiki manasının alemin bir nevi çekirdeği olan insanın Rab ve Halık olan Allah’ı bilerek tanımak ve akabinde aklen ve kalben iman etmek olduğu hakikati anlaşılmalıdır. Bu konu üzerine söyleyecek daha çok söz olmakla birlikte İslam alimi ve mütefekkiri Bediüzzaman’ın bir sözüyle sözümü tamamlıyorum “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid (cansız, ölü) hükmünde insan olmak ihtimali var.”.
"Allah her türlü noksan ve kusurdan münezzehtir. Mutlak ilim ve hikmet sahibi, Alîm ve Hakîm olan ancak O’dur"
1- Alak Suresi 1-5
2- Zümer Suresi 9
3- Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132