Bu Ses Tanıdık Geliyor! Mazlum Kiper’in Pendik anıları ile geçmişte yolculuk yapıyoruz

Mazlum Kiper; tiyatro, sinema, dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısıdır. Şehir Tiyatroları oyuncusu Müfit Kiper’in  de oğludur. Uzun yıllar Pendik’te yaşamışlardır.

Pendik anılarını Mazlum Kiper’in kaleminden okuyalım (Yaşama Dokunmak,2000):

“Yıl 1950 olmalı.. Aylardan da Mart.. Güneşli ve rüzgârlı bir gün. Üç dört yaşlarında bir çocuk babasının elini bırakıp tepenin doruk noktasına koşuyor. Birden zınk diye duruyor. Kazılı çukurlar içinde terlice soluk yüzleriyle kazma sallayan ‘yaratıklar’ görmüştür. Bunlara ‘amele’ dendiğini sonradan öğrenecektir; tıpkı bu çukurlara ‘temel’dendiğini öğreneceği gibi…

Bir anlık duraksamadan sonra, dönüp babasının arkasından gelip gelmediğine bakıyor, sonra dönüp önünde uzanan yokuşa ve eteklerinden güneş altında kırpışıp yansıyan uçsuz bucaksız denize bakıyor. Ufuk çizgisinin sağında parça bölük kara toprakları vardır. Bunlara ‘Prens Adaları’ dendiğini de öğrenecektir.

Gözleri gökyüzüne duman çalan iki bacaya ilişiyor. Bunlar buraya gelirken trenle önünden geçtikleri Yunus Çimento Fabrikası’nın bacalarıdır. Babası öyle demiştir. Babası şimdi onun solunda temel çukurlarının yanında Şaban Usta ile konuşmaktadır. Arkalarında, çok uzakta bahçe içinde bir beyaz köşk vardır. Ondan başka bu tepede ahşap tek katlı bir ev daha, bir kilise, onun duvarlarına koşut uzanıp giden bahçe duvarları. Bu esrarlı bahçenin ve içindeki köşkün de ‘Burla Biraderler’ in yazları bir ay kadar kullandıkları malikâneleri olduğunu öğrenecektir ileride ve daha neler yaşayacaktır bu duvarlar ve bahçeyle ilgili.

Tam denizin, rüzgârın, güneşin ve alabildiğine uzanan açıklığın onu sardığı sarhoşluk içindeyken bir ” Merhaba! ” sesiyle irkilir. Karşısında, bu bomboş tepede sanki yer yokmuş gibi babasının bulup kazdırttığı temelin yanındaki tepenin tam ortasındaki tek evin en küçük oğlu Saffet durmaktadır. Babası daha önceleri ondan söz etmiştir. “Merhaba, ben Mazlum…”,” Biliyorum… ” Şimdilerde çok uzakta, diyarı İsveç’te Göçmenler Şur’asında ve İsveç Voleybol Federasyonu’nda görev yapan Saffet Eraybar’dır bu çocuk. Babası Hadi Kaptan’ın Atatürk’ün polisi olduğunu da öğrenecektir sonra, resimlerini de görecektir. Bu tepeye onun için Kaptantepe dendiği de söylenecektir. Sonra Saffet’le birlikte bugünlere de imza atan nice serüvenler de yaşayacaklardır.

‘Kaptantepe’ de ama bu bir ‘ ilk gündür ‘, ‘ ilk anı ‘, ‘ ilk kayıt ‘, ‘ ilk resim ‘, ‘ ilk sesler ‘…

Ev, ertesi yıl o günlerde tamamlandığında yaz için yarım yamalak taşınacaklar ve yaşamına 1871 yılında Manastır’da başlayan Afife Hanım ( nur içinde yatsın babaanneciğim ) 1951 yılının serin fakat güneşli bir Nisan gününde Kaptantepe’de almıştır demirini zamandan ve Pendik’teki mezbahanın yanındaki mezarlığa defnedilmiştir.

Sonra kimler geçmemiştir ki bu tek katlı boydan boya balkonlu bahçe içindeki evden… O zamanlar yeni parlamakta olan Zeki Müren yıllarca bu evin balkonundan yaz akşamlarını dillendirecektir Adalara karşı ve dayanamayıp kendisi de bir daire alacaktır Kaptantepe’de. Askerliği bile birlikte yaptığımız ve halen birlikte Şehir Tiyatroları’nda çalıştığımız Bora Ayanoğlu, annesi Şayeste ve babası Sami Ayanoğlu ile birlikte ne günler geçireceklerdir, burada… Yine Şehir Tiyatrosunun aslarından Hüseyin Kemal Gürmen, karısı ve oğlu, yine birlikte çalıştığımız Şehir Tiyatrosu oyuncu-yönetmenlerinden Engin Gürmen ile yelkenlileriyle gelip bizi aldıktan sonra Pavli Adasına gidilecek, orada yüzülecek, mangal yakılıp topladığımız midyeler ve kuzu pirzolaları pişirilecektir. Yine ada manzaralı balkonumuza dönecek olursak o zamanlar Edebi Kurulda bulunan Refik Halit Karay, Sabri Esat Siyavuşgil ve adını anımsayamadığım diğerleriyle Refii Cevat Ulunay, Orhon Murat Arıburnu, Mina Urgan, Cahit Irgat, sevgili Mustafa Irgat, küçük Zeynep Irgat, Çetin Altan… Mahmut amcamın ( Moralı ) ve babamın nüktelerinden sandalyesinden düşen Muhsin Ertuğrul, Handan Uran Ertuğrul, Süheyla Moralı, Ayşe Moralı derken yazlarını Pendik’te geçiren o zamanlar bile ünlü sanatçının kızı, aynı kulvarda koştuğumuz halde çocukluk anılarımızın dışında bir türlü buluşamadığımız Zeliha Berksoy…

Dublaj duayeni Sacide Hanım ve kucağında ilk üzümlerimi yemiş olduğum Talat Artemel… Ağız armonikasıyla Pendik gecelerini şenlendiren Ertuğrul Bilda, İsmet Ay, Mete Uğur, Toron Karacaoğlu, Kayhan Yıldızoğlu ve İstanbul Filarmoni Orkestrası 1. Kemancısı Yusuf Ağabeyimiz… Çoğu bir yıldız gibi kaydı gitti ama anılarının ışığıyla Pendik semalarını aydınlatıyorlar…

Yaklaşık şimdi Mc Donald’s un bulunduğu yerde eskiden Hilmi vardı. Tüm bu isimler ve daha fazlası taa İstanbul’dan kalkar gelirdi. O zamanlar otobüs seferleri yalnızca Kartal’a kadardı. Gücüne güvenen Kartal’dan yürürdü Pendik’e, birçok kez babamla benim yaptığımız gibi… Hilmi’nin pilakisi, mezeleri ve köftesi ünlüydü. Hele de bir Osman ağabey vardı ki, iki kolunda ben deyim 20, siz deyin 40 meze tabağı yıldırım hızıyla servis yapardı. Onu kollarında meze tabaklarını birbiri ardından indirirken izlemek başlı başına bir şovdu…

Pazar günleri kilisenin çanı çalar, Fransız ve İtalyan Katolikler en şık giysileriyle aileler halinde Burla Biraderlerin duvarının bitişiğindeki patikadan yürüyerek ayine gelirlerdi. 6-7 Eylül 1955’e dek…

Şimdi İntay bloklarının olduğu yerde o zaman inekler otlatılır,arada bir de Kırkpınar’a hazırlanan Pendikli güreşçiler yağlanıp kıspet tutarlardı. Şimdi susmuş, içine kapanmış Palmiye Oteli o zamanlar düğünler, sünnet düğünleri ( bizimki de orada olmuştu ) ve toplantılarla şenlenirdi. Milli güreşçilerimiz de orada kampa gelirdi. Derginin 1. sayısında çocukluk arkadaşım Suat Ülhan’ın verdiği pasa ben de işte böyle bir vole çaktım anılar yumağından… İzin verirseniz bu yazıyı genç yaşta yitirdiğimiz Mina Urgan ve Cahit Irgat’ın oğlu Mustafa Irgat’ın bir şiirinden alacağım dörtlükle örtelim şimdilik. Dünden açarken sıradan bir çekmeceyi / Renkengiz tozutur ya da bir beyazlık duyumu kavrar / Neden sudan oluşan kar gözümüze karşın karadır ve göğü alır / Söz ise, Gece yarısı silme beton dillenen kulak için gizliden kaynar.”

(Yaşama Dokunmak, Haziran 2000)

“Geçmiş zamanın labirentlerinde dolanırken insan, ister derinlerde kaybolsun, ister yüzeyde kulaç sallasın, sonunda geleceği yer bu gündür, bu andır. Beynimizin labirentinde tümüyle kaybolma, başka bir yerden çıkma mümkün değildir. Yok da olamayız bu bin bir kıvrımın, dolambacın içinde… Döner, dolaşır geliriz başladığımız noktaya, sırtımızda bir çuval anı kırpıntısı…

İşte ben de geçen yazımda böyle bir dalış yapınca anılar labirentine, çuvalıma sığdıramadığım, unuttuğum bir çok kırpıntı oldu ve bir gün çıkageldiler karşıma peş peşe… Şimdilerde kimselerin anımsamadığı bir zamanların ünlü oyuncularından kendi adına tiyatro kumpanyası bile olmuş olan Raşit Rıza Bey, halkın sevgilisi olmuş Halide Pişkin, elbette Pendik’te oturmuşlardı uzun süreler. Raşit Rıza Bey’in bornozu ve denize giderken giydiği  ‘Şıpıdık’ (Terlik) kalmış nedense çocuk aklımda… Kim derdi ki haşarı mı haşarı akrabam Fikret (Kızılok), Bora (Ayanoğlu ), yıllardır Frankfurt İstanbul arasını banliyö tren tarifesine çeviren, eski Şehir Tiyatrosu aktörlerinden – şimdinin turizmcilerinden – kardeşim Baki (Kiper) Stockholm’de elinde dergimizin üçüncü sayısı, yitik zamanın peşinde bir başka can Saffet (Eraybar) ile birlikte itişip kakışırken günümüzün sayılı müzisyenlerinden biri olacaktı ve yıllar sonra beni Hürrem Sultan’da ‘Kanuni Sultan Süleyman’ı oynarken izlemeye gelecekti. Ne müthiş bir labirent değil mi? Daha bitmedi! Sevgili Toto Karaca ve Mehmet amcam da (Karaca) babamın Pendik tutkusuna dayanamamışlar ve bir yazlığına da olsa oğulları Cem’i alıp buraya taşınmışlardı. Zamanın ibresi 60’ı gösteriyordu ve ılık yaz akşamlarında her tarafından deniz fışkıran, çam kokan bu tepede gezinirken sürekli Elvis Presley söyleyen Cem’e kız arkadaşlarından biri ” Ayy… Siz neden şarkıcı olmuyorsunuz ” deyiverdi. Cem’in Karaca olmasına çeyrek vardı… Büyüleyici Pendik akşamları bünyesinden bir sanatçı daha çıkarmak üzereydi; tıpkı Özdemir Erdoğan, elinde gitarı, çevresinde biz ” Mehtaba Çıkarken ” , Heybeli’nin dönüp baktığı gibi… Yoksa bakan Yasemin Kumral mıydı, kumsalda elinde gitarı, uzun sarı saçları Pendik meltemlerinde salınırken kırılgan bir sesle Joan Baez söyleyen. Gün gelecek çatık kaşları ile süt güğümlerinin arasında koşuşturan bir küçük kıza da gelecekti sıra, Gül Erda…

Vahan Efendi’de, bize o zamanlar Don Kişot’un değirmenleri gibi gözüken, günümüzde ise apartmanlar arasında sıkışıp kalmış tarihi bir anıtı andıran üç katlı, beş daireli evini bitirmiş, taşınmıştı Madamla birlikte. Konunun bizi ilgilendiren yanı torunları idi. Tam 33 yıl sonra NTV’nin koridorlarında karşılaştığım Mari’de benim gibi dünyanın labirentlerinde koşuşturduktan sonra kürkçü dükkânına dönmüştü. Biz ablası Ani ile yaşdaştık. Ani’cik Pendik yazlarının çeşitliliğini ileriki yaşamında hostes olarak değiştirmiş, çeşitli ülkeler görmüş, sonunda kapağı Londra’ya atmıştı. Annesi ve Mari aracılığıyla haberleşiyorduk ki geçen hafta uzun ve amansız bir hastalığın pençesinde son haberi aldık… ” Dönülmez akşamın ufkundayız… ” Evet Pendik akşamlarının ufkudur bu… Soramam ki Münir Nurettin’e, ne de babama, buradan geçerken mi bestelemiştir diye… Ama eminim notalar başka bir yerde de dökülmüş olsa kağıda, Pendik akşamlarının o dingin ve engin anısı, ilhamı vardır o bestede, en azından ben öyle olsun istiyorum.

Şimdi labirentimin neresindeyim bilmiyorum. Bildiğim daha birçok isim, birçok anı beni de, beni de yaz diye tıkıyorlar yolumu. Anılmak yaşamaktır, biliyorum, ama dergiyi ulaştırdığım, onlardan söz ettiğim halen yaşamakta olanlara da yer bırakmalıyım diye düşünüyorum. Örneğin hala aynı mahallede oturduğumuz Ali Erdin kardeşimize Kaptantepe’nin ilk futbol takımından söz et diyorum. Resmi benden! Geçen yazıyı örttüğümüz Mustafa Irgat kardeşimin şiirinden arta kalan boşluğu Bora Ayanoğlu kardeşimin sözü ve müziği ile doldurmayı deneyelim:

İçimde yalnız akşamların hüznü var / Hani bir ampul yanar da cılız / Hani yarım kalmıştır da tütün / Hani pencere de durursun da /  Saçların taralı, yüreğin serçe…

Mazlum Kiper’in Pendik yazılarına kaldığımız yerden devam ediyoruz  (Yaşama Dokunmak, Temmuz 2000):

” 1960’larda başımda kavak yelleri esen yeniyetmeliğimde, teyzem Pendik’te eczane açınca, benim de kısacık bir eczane çıraklığı dönemim oldu. Pendik’te hepi topu birkaç eczane olduğundan, teyzemin Yeni Eczanesi her üç beş gecede bir nöbete kalır,ben de teyzemle birlikte kalırdım. Bir yaz dönemiydi, hayatımın en güzel yazlarından biri. Sayfiye kimliğini yitirmemiş Pendik’te yaz hep evlerin dışında yaşanır, şenlik olup çıkardı. Bahçelerde yaz sinemaları, kapı önlerinde çay içmeler, gece yarısı poğaçaları…” diye anlatır Selim İleri…

Bilmem hâlâ eczacılıkla ilgili çabaları var mıdır, onları yazmanın dışında ? Teyzesinin eczanesine ben gitmiş miyimdir, gitmişsem karşılaşmış mıyızdır ? İkimiz de anımsamıyoruz… ” Annem bir kutu Aspirin istiyor! ” , “Tabii, hay hay” gibi karşılıklı konuşmamız olmuştur belki, belki de olmamıştır. Belki aynı sokakta yürüyüp geçmişizdir birbirimizi, oysa şimdi merhabalaşıp durup konuşuyoruz…

Belki aynı yazlık sinemalarda, çekirdek yiyip, gazoz içmişizdir, belki de hiç denk gelmemişizdir. Zamanla yaşam ağlarını usta bir balıkçı titizliği ile örecek ve apayrı denizlerin bu iki çeşit balığını ( Beni ve onu ) aynı teknede buluşturacaktır. ” Merhaba ben Uskumru “, ” Ben de İskorpit… ” Oysa ben de onun gibi şimdi olduğumdan başka bir şeyle yakından ilgileniyordum 60’lı yılların başında: ” Voleybol ” Bu bir tesadüf değildi, çünkü Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi voleybolcularından biri ağabeyimizdi. Evet, Radikal’de birbirinden içerikli yazılarıyla tanıdığımız, Değer Eraybar’dı bu; Saffet Eraybar’ın ağabeyi, rahmetli Hadi Kaptan’ın da en büyük oğlu. Kilisenin bahçesinden, evimizin yanındaki arsaya kadar uygun her boşlukta voleybol oynadığımız yıllardı. İnşaatlardan aşırdığımız yapı tahtalarından direk dikerdik. Uzun yıllar T.C.’ ni dışarıda başarıyla temsil etmiş, son olarak da New York’taki daimi Türkiye Büyükelçimiz Tuluy Tunç da yok muydu bu kereste hırsızlarının arasında?… Ama çocuk ne bilsindi ileride Türkiye’yi temsil edeceğini, tıpkı teyze oğlu Haydar Sezgin gibi… O da ne bilsindi ünlü bir voleybolcu ve antrenör olacağını… Daha yıllar vardı yaşamın bize o yönleriyle dokunmasına ve biz Değer Ağabey tarafından Galatasaray Genç Takımında antrenmanlara çıkartılır olmuştuk, kim bilir belki de daha fazla kereste (!) heder etmeyelim diye…

Yiğidi öldür, hakkını yeme, bu ekip kendi voleybol ağını da kendi örerdi o zamanlar… Haydar Sezgin kardeşimiz de pullarından ve uykusundan zaman ayırabildiği katılırdı bu imeceye. Haydar’ın bu, hepimizi imrendiren ve kıskandıran düzeni onu dünyanın sayılı pulcuları ( Onlar buna Filatelist diyorlar ) arasına soktu. Aynı düzeni ve ilgiyi voleybolu için de göstermiş, yetiştirdiği pulculara, pardon filatelistlere; hoş yetiştiremedikleri daha çoktur ama – çünkü filateli gerçekten büyük sabır ve titizlik isteyen bir iştir – voleybol için yetiştirdiklerini de eklemiştir. Filatelide kendi çocuklarında erişemediği başarıyı benim sayısı fazla çocuklarımda da denemiş ne yazık ki bu uğurda ortak çabamız hüsranla sonuçlanmış, yüzlerce pul, defter, cımbız vs. Stockholm’de ve İstanbul’da kendilerine sahip çıkacak bir Sisifos bekler olmuşlardır.

Oturup size bir de Sisifos efsanesini anlatacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz, onu kendiniz araştırıp bulun ve merak edilen bir şeyin bulunması ile ilgili çabanın, zahmetin tadına varın. Öyle kolay olsaydı herkes bir Haydar Sezgin olabilirdi, ne yazık ki değil…

Her ne kadar Sisifos; bu emeği, çabası, sabır sınır tanımaz kişilik kolay kolay ortaya çıkmıyorsa da, havasından mıdır, suyundan mı bilinmez, Pendik’ten çok çıkar. En azından ben bir tane daha biliyorum. Pendik’in bir zamanlar yüz elli çeşidin üzerinde balık cinsinin bulunduğu, berrak sularında dalıp çıkan beş on Pendikliden birinin bunu hayat felsefesi olarak seçeceği kimin aklına gelirdi. Okyanus Bilimcisi- Oceanagraphist diye birşey duydunuz mu hiç? Duymadınızsa üzülmeyin, tüm dünyada sayıları onbeşi geçmezdi bunların, bir zamanlar ve işte bunlardan biri de o Pendik’te ısrarla dalıp çıkan çocuktu; Sargun A. Tont…

Yıllarca süren araştırmalardan sonra Amerika’dan doğduğu çöplüğe dönmüş ve eşinmeye başlamıştı, çünkü yüz elli çeşidin üzerinde bıraktığı Pendik deniz ürünleri onbeş çeşide inivermişti yokluğunda. Bu arada köprülerin altından çok sular akmış ( Mecaz bir yana suların akışını bile ölçmüş ), Şehir Tiyatrolarına oynanması için iki tiyatro oyunu vermiş ( yanlış anlaşılmış olsa gerek çünkü oyunlar yalnızca okunmuş ) bu Pendikli Ekolojiye sardırarak ipliğini, bir de ” Sulak Bir Gezegenden Öyküler ” adı altında TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları arasında çıkan herkesin büyük bir zevkle okuyabileceği ayrıca mutlaka okunması gerekli kitabı yazmıştır.

Sisifos A. Tont, pardon Sargun A. Tont dünyamız durdukça durduktan sonra da duracak bilgi taşlarının bıkmadan, usanmadan insanlık denilen vurdumduymazlık abidesinin zirvesine taşıyıp, düşürüp, taşımaktadır… Öyleyse bu sayımızda ona da yer vardır. Hoş geldi, sefalar getirdi.”

 (Yaşama Dokunmak, Ekim-Kasım 2000)

“Altıncı sayıdaki yazımıza bir göz atıp, ” Nerede kalmıştık? ” deyince, Kaptantepe’deki kilisenin çevresinde dönüp durduğumuzu anımsayacaksınız. Üçüncü resimde, kilisenin içine, iki üç yıl sonra Eylül’ün bir gününden günümüze bir daha görmeyeceğimiz rahibe doğru yaklaşmaktayız… Müziğin Mozart’ın Rekviem’i olması muhtemel… Bu rahip yaşamış mıydı, yoksa ben mi anımsıyorum yalnızca… Kızlar dönüp dönüp kapıda asılı gibi duran oğlanlara bakmaktadırlar kıkırdayarak. Anneleri onları çekiştirmektedir önlerine dönmeye davet ederek… Çocuk gönüller kaygulardan azade yayılmaktadır Pendik semalarına çınlayarak… Hava sıcak ve kurak… Küçük bir çocuk daha gelmektedir daldan atının üstünde takatak takatak… Ardında bir kız çocuğu… Elefteriya ki, biz ona Efi derdik kısaca. Yıllarca top oynadı bizimle bizim takımda… Sonra o da ve babalarımızla, ağabeylerimizle Aydos Dağı’nın efsanelerine karışıp avlanan ağabeyi Niko’da yok oldular bir Eylül günü anneleriyle, babalarıyla… Yıllar sonra kimbilir neredeler şimdi diye düşündüğüm bir anda, şimdi yerinde yeller esen Şan sinemasının önünde görmedim mi Efi’yi hem de hamile… Otobüs bir an duraladı… Gözgöze mi geldik, yoksa göze mi geldik, bakıştık da çıkaramadık mı birbirimizi… Ne güzel bir kız olmuştu bizim futbolcu, karnındaki topuyla…

Evet Mozart ve Rekviem yakışır Pendik’e… Kuşkusuz Albinoni’nin Adaggio’sunu tercih edecektir Mösyö Vuchino bize misafirliğe gelirken ve elindeki çikolata paketi Markiz’den ya da Pelit’ten… Baki ile ne ustaca alı alıverirdik o anında tüketeceğimiz içi sütlü çikolata kremasıyla dolu siyah çikolata paketini ve ne masumane yanıtlardık annemizi Vuchino gittikten sonra biz bir paket görmedik diye… Sonra ver elini Mösyö Vuchino’nun şimdi sahildeki benzincinin karşısındaki bahçe içindeki evinin kapısına. Kızlarıyla oynarsak, en azından birkaç lâf edersek Madam Kiara belki kendi yaptığı içi kuru meyve dolu keklerden verir diye. Onlar ne zaman terk ettiler Pendik’i ? Bir 6-7 Eylül gibi olabilir, ama emin olun artık yoklar. Onlardan da kurtulduk, İtalyan keklerinden de… Anıları da zaten benim gibi birkaç kişiyi ya zorluyor, ya zorluyor… Rekviem ya da belki şu mısralar: ( Şairini bilene ya da tahmin edene o şairin bir şiir kitabı benden)

“Eskiden ne iyiydik / Atımız vardı, arabamız vardı / Atımız öldü, arabamız yok / Peki ya dostlara ne oldu. Onlar hep dost kaldılar hiç değilse anılarımızda… Yoksa anılarımız mı dost kaldı bize onlara inat… ”

Bora Ayanoğlu da Unutamadığı Pendik Anılarını Yaşama Dokunmak dergisinde yazdı:

Pendik, Kiper Ailesi sayesinde benim Pendik’im olmuştur her zaman

“İki sarı, bir kara kafa. Sarı kafalar, Mazlum ve Baki Kiperler. Kara kafa ben, Bora Ayanoğlu. Kaç yaşındayız.. dört mü.. beş mi? Müfit Amcamın yani, Müfit Kiper’in Pendik’teki tek katlı villasına misafir gelmişim tek başıma. Lütfiş’in ( Lütfiye Kiper ) şefkatli kollarına atılmış ve bana sağladığı koca bir hoşgörüye sığınarak, sabahtan akşama, yorgunluktan bayılıp, azıtıp durmuşuz bizim eküriyle. Villanın bahçesine ekilen mısırların arasında yuvarlanarak ve epeycesini telef ederek… Ya da çıplak ayak deniz kenarına koşturup kurduğumuz oyunun heyecanına kapılarak yemek vaktini unutmuşuz. Yemek vaktinin geldiğini haykıran Lütfiş’in sesini duyarak yine eve koşuşturup; aç kurtlar gibi tıkınmışız… Zorla bizi öğle uykusuna yatıran Lütfiş’in tatlı tehditlerini bir ninni gibi duyarak Pendik’in tatlı rüzgarlarıyla uyuyakalmışız. Uyandığımızda verandadan Müfit Amcanın motorlu kayığı ile balığa çıktığını görür, akşama bize balık ziyafeti çekeceğini anlardık. Yıllar geçtikçe her seneki misafirliğim hiç değişmeden devam etti. Çevremizdeki, komşu çocuklar ve komşu kızları da büyüdüler. Her gece sabahlara kadar süren eğlenceleri, yazın ve gençliğin geri dönmeyecek coşkusunu bilmeden doyasıya, gül kokan evlerin bahçelerinde yaşadık. Mehtaplı gecelerde güldük.. güldük.. ve sebebini bilmeden mutlu olduk. Ya da yağmurlu günlerden birinde, evde kalıp müzik dinledik.. Kaptantepe’deki küçük kilisenin duvarına oturup niye bu kilisede kimse ibadet etmiyor diye düşündük. Savcının kızıyla ” Sen Benim Kaderimsin ” isimli İngilizce şarkıyla ilk dansımı yaparak, ayran budalası gibi kıza kesilerek, zavallının ayaklarına basıp, bir avuç inciri berbat ettim diye Mazlum’la gülüştük.. Kıyıdaki otelin gece kulübünde çalan ünlü orkestraları, otelin plajından izinsiz izlerken, bir gün sevdiğim kadınla bu otelde ben de dans edeceğimi hayal ederdim. Bu dansı hiçbir zaman edemedim. Çünkü otel yıllar sonra yandı. Ben de zaten sevecek bir kadın bulamamıştım.

Zaman akıp geçti. Biz de.. Mazlum’la ikimiz.. babalarımız gibi, birlikte askerlik yaptık. Ankara’dan tezkere alıp İstanbul’a dönerken, Mazlum, Pendik’e uğramamı ve Lütfiş’le Müfit Amcayı görüp, Rahmanlar’daki yazlığa öyle gitmemi istemişti. Kabul edip Pendik’te inip Müfit Amcalara geldim. Gece olmuştu. Birlikte yemek yedik, ısrarla bana rakı vermişti. Rakıların ardı arkası kesilmedi. Biraz abarttığını düşünmüştüm ama ne de olsa, artık askerden dönmüştük ya.. ondandır diye düşündüm. Gene ısrarla o gece kalmamı istedi Pendik’te. Rahmanlar şuracıkta, giderim dediysem de, bırakmadı yatırdı beni. Ertesi gün eve yaklaşırken, Mazlum, bir hafta önce gripten hasta bıraktığım ağabeyimin öldüğünü söyledi bana. Müfit Amcamın beni alıkoymasının sebebi bu imiş meğer! İşte Pendik ile ilgili unutamayacağım anılarımdan biri de budur. Pendik, Lütfiye ve Müfit Kiper’in birçok sanatçıya kucak açtığı yerdir. Pendik’te geçen her günümü, onların bana armağan ettiği sevgi yumağından çekerek sonsuza kadar götüreceğim. Pendik, Kiper Ailesi sayesinde benim Pendik’im olmuştur her zaman.”

Pendikliler Mazlum Kiper’i anlattı

Abdullah Topal: “Pendik’te yıllarca Çiğdem Sokak’ta beraber oturduk. Ben elinde büyüdüm. Kendisi Pendik’ten sonra bir süre Dragos’ta oturdu. Şimdi Kadıköy Moda’da yaşıyor.”

Ali Erdin: “Rahmetli, Müfit Kiper’in sevgili oğlu. Çocukluk arkadaşım.Tam bir sanatçı aile.Kardeşi Baki,Almanya’da yaşıyor. Çiğdem sokak’taki,  Kiper Apartman onlarınyazlık evleriydi. İki katlı şirin bir evdi. Zaman zaman Zeki Müren ziyaretlerine gelirdi. Tam bir İstanbul beyefendileri. Allah, ömürler versin.O günleri geri getirmenin imkanı yok. Müfit Kiper’i ve eşini, rahmetle anıyorum. Nurlar içinde yatsınlar.”

Sabiha Ceyhan Güner: “Ben önce Levent Koleji’nden tanıyorum. Benden biraz büyüktü. Aynı okulda okuyan teyzemin kızı Beyhan ablamın samimi arkadaşıydı. Sonra Pendik’ten tanıyorum kardeşi Baki vardı. Palmiye’de bizim evin yanında yazın akşam üzerleri voleybol oynarlardı. Bütün gençler toplanır seyrederlerdi.  Onlar Çiğdem Sokak’ta otururlardı.”

Engin Tasbaslı: “Pendik’ te tiyatro açmak Müfit Beyin fikri idi. Dedem de tiyatro sevdalısı olduğundan iki kafadar bu fikri gerçekleştirdiler. Dedem Osman Ethem Aksongar kendisini ait binayı tiyatro haline getirdi. Müfit Bey de grubu getirdi. Kemal Sunal, Bülent Kayabaş, Şener Kökkaya, Ajlan Altuğ…”

Sesizi Audio Production Services’in Mazlum Kiper ile yapmış olduğu röportajı okumak için tıklayın

Kerem Köker seslendirdi.  Mazlum Kiper  yazdı. �

Mazlum Kiper’in Yaşama Dokunmak dergisinde yayınladığı Pendik ile ilgili yazısını dinlemek için tıklayın.

Kiper Pendik’e ve Pendiklilere çok özel ve güzel anılar bırakmış. Şimdi ise Mazlum Kiper’in hayatından, kariyerinden ve tiyatro oyunlarından bahsedelim:

Şehir Tiyatroları sanatçısı olan Kiper, genç yaşlarda sanat hayatına başladı. 1969 yılında uzun süre oyuncusu olduğu Kurumdan, İsveç’te tiyatro eğitimi almak üzere ayrılarak yurt dışına gitti. Oyunculuk ve reji eğitimi aldı. Orada tiyatro grupları kurdu ve tiyatro, televizyon, sinema ve reklam çalışmaları yaptı. 1986’da Gencay Gürün’ün çağrısıyla yurda döndükten sonra tekrar Şehir Tiyatroları bünyesine katılan sanatçı, oyunculuğunun yanı sıra yönetmenliğe de başladı. Sinema ve dizi filmlerde rol aldı. Şehir Tiyatroları oyuncusu Müfit Kiper’in oğlu olan sanatçı, bir dönem Kurumun Genel Sanat Yönetmenliği görevine getirilerek köklü değişiklikler yaptı. Mazlum Kiper, aynı zamanda seslendirme sanatçısıdır.

İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda rol aldığı oyunlar;

Balıkesir Muhasebecisi : Reşat Nuri Güntekin – 2008, Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe : Orhan Asena – 2007, Bir Yaz Gecesi Rüyası : William Shakespeare – 2005, Hamlet : William Shakespeare – 2003, Bizans Düştü : Turan Oflazoğlu – 2002, Bir Adam Yaratmak  : Necip Fazıl Kısakürek – 2002, Herkes Aynı Bahçede  : Anton Çehov \ Başar Sabuncu – 2001, Hürrem Sultan (oyun) : Orhan Asena – 1998, Koca Sinan (oyun) : Turan Oflazoğlu – 1996, Savaş ve Barış : Lev Tolstoy \ Erwin Pıscator – Alfred Neumann – Guntram Prüfer – 1995, Bir Başkası : Ergun Sav – 1993

İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda yönettiği oyunlar;

Çıkmaz Sokak : Tuncer Cücenoğlu – 2009, Unutulan Adam : Nâzım Hikmet – 2001,Çın Sabahta : Nezihe Meriç – 2000, Açık Aile : Dario Fo – 1994, Kadın ile Memur : Aldo Nikolai – 1999

Filmografi ve seslendirmeleri

Amfibiya – 2021 (Seslendirme), İkizler Memo-Can – 2018-2019 – Mümtaz Alkanlar,Arka Sokaklar – 2015 – Haşim Koral (Konuk Oyuncu), Küçük Ağa – 2015 – Konuk Oyuncu, Hile Yolu – 2012, Yıllar Sonra – 2011,Oyuncak Hikayesi 3 – 2010 (Seslendirme), Aşk Bir Hayal – 2009, Oyun Bitti – 2007, Sinekli Bakkal – 2007, Ömer Seyfettin (dizi) – 2005, Sahra – 2004,  Yabancı Damat : Taylan Biraderler – 2004, Kınalı Kar : Taner Akvardar – 2002, Cinlerle Periler : Taylan Biraderler – 2001, Abuzer Kadayıf : Tunç Başaran – 2000, Dikkat Bebek Var – 2000,  Kurt Kapanı – 2000,  Oyuncak Hikayesi 2 – 1999 (Seslendirme), Kurtlar Sofrası – 1999, Şeytanın Gözyaşları – 1998, İlişkiler : Avni Kütükoğlu – 1997, Mektup : Ali Özgentürk – 1997, Oyuncak Hikayesi – 1995 (Seslendirme), Ölümsüz Karanfiller – 1995, Kardeş Kanı / Splettring – 1984, Yüzüklerin Efendisi : Yüzük Kardeşliği – 2001 (Saruman Seslendirme), Yüzüklerin Efendisi : İki Kule – 2002 (Saruman Seslendirme), Yüzüklerin Efendisi : Kralın Dönüşü – 2003 (Saruman Seslendirme), Transformers: Revenge of The Fallen – 2009, Transformers: Dark of The Moon – 2011,  National Geographic Channel ve National Geographic Channel Wild – Şimdi

Kaynak: Pendik’te Hayat, Abdullah Topal, www.sesizi.com, Kerem Köker, Vikipedi


26.11.2021 17:11:08