Stoa felsefesinin kurucusu kabul edilen Elealı (Kıbrıslı) Zenon (ö.MÖ 262?) rivayete göre bir öğrencisiyle konuşuyormuş. Hangi konu olursa olsun Zenon’un anlattıklarını öğrencisi onaylayıp ona katılıyormuş. En sonunda sabrının doruk noktasına ulaşan Zenon, öğrencisine şunları söylemiştir: Hiç olmazsa bir kere itiraz et, başka bir fikir söyle de iki kişi olduğumuzu anlayalım…
Bir toplum tahayyül edin; aynı siyasi görüşü destekleyen, aynı hayat çizelgesine sahip, aynı zevklere zaafı olan, aynı lezzet damağına sahip, aynı şekilde duyan, aynı şekilde gören ve aynı şekilde düşünen… Dünya ne kadar da sıkıcı bir yer olurdu değil mi? Fakat bunu bireylere indirgemeye çalışırken hiçbir problem göremeyiz. Çevremizde bizim her fikrimizi destekleyen ve katılan insanlar olmasını ister ve aksi bir durumla karşılaşırsak tahammül edemeyiz. Hatta bazen çileden bile çıkarız. İşte buna psikoloji biliminde “Yanıltıcı Doğruluk Etkisi” diyoruz. 1977’de Villanova Üniversitesi ve Temple Üniversitesi’nde yürütülen ve katılımcılardan bir dizi ifadeyi yanlış ya da doğru olarak nitelendirmeleri istenen bu deneyde aynı öğrenci grubuna üç farklı zaman diliminde, bir kısmı doğru bir kısmı yanlış olan toplam altmış ifade içeren listeler dağıttılar. Her listede tekrarlanan yirmi ifade bulunurken, geri kalan kırk ifade her listeye özgüydü. Katılımcılardan ifadelerin doğruluğundan ne kadar emin olduklarını birden yediye kadar bir ölçekte değerlendirmeleri istendi. Sonuç olarak,tekrarlanan ifadelerle ilgili eminlik düzeylerinin her oturumda arttığı ve araştırmacıların tekrarın ifadeleri daha gerçekçi hale getirdiği sonucuna ulaştıkları gözlemlendi.[1] Yani sürekli maruz kaldıkları bilgileri daha inandırıcı buldular. Tıpkı bizim her gün aynı insanları görüp fikirlerimizi onaylatmamız gibi.
Ya yanlış düşünüyorsak? Bizimle birlikte bizi onaylayanlar da yanlış düşünüyorsa? Hiç böyle bir durumun ihtimali bile olabilir mi? Hayattaki en mantıklı kararları sadece “siz”in veya desteklediğiniz “yapı”nın aldığını mı zannediyorsunuz? İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım. Perspektifimizi biraz da iç dünyamıza doğru tutmakta fayda var. Benimsediğimiz,sahip olduğumuz ve hatta kölesi olduğumuz fikirlere tek bir soru sorarak doğruluğunu sorgulayın. Sorgulayın ki zihniyetinizi sarsıp yıkılsın diye değil,zarar gören zihninizi siz sağlamlaştırın diye. Formül çok basit. “Ya yanlışsa?”
Şunu eklemeden geçmeyelim, elbette bazı olgular belittir. Yani doğruluğu apaçık bulunan, kanıtlanması gerekmeyen ve kendiliğinden apaçık olduğu için öteki önermelerin ön dayandığı olan temel önermelerdir. Eğer ki bu tanımlamayı yaparken aklınızda inançsal fikriyatınız derya deniz olmuşsa,tekrar okumanızı öneririm. Burada bahsetmeye çalıştığım konu daha rasyonel olan “bilgi”lerdir diyebilirim. Mesela olduğumuz gün, içinde bulunduğumuz gezegen veya onun şekli gibi kavramlar. Buna elbette ki sosyal ve fen bilimlerindeki mutlak ve ispatlanmış d o ğ r ular da dahildir.
Dünya medeniyetini geliştiren büyük isimler, tıpkı diğer kişiler gibi düşünselerdi emin olun ki hiçbir icat veya buluş gerçekleşemezdi. Bu görüşleri baltalamaya çalışmak onları daha da yüceltmekten başka bir işe yaramaz. Bir diğer tabirle “Fikirlere kurşun işlemez.”[2]
Sokrates’i ele alalım. Atina toplumuna sürekli kendi benliklerini sorgulatmaya çalışıp insanın kendi yetenekleri ve sınırlarının bilincine varmasını amaçlayan Sokrates, dönemin tanrılarına inanmadığından gençleri zehirlediği gerekçesiyle suçlanarak idam edilmiştir. Ölmeden önce eşiyle vedalaşırken eşinin ona “Ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler.” demesi üzerine Sokrates, “Evet, haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürseler daha mı iyiydi?” diyerek bakış açımızı sorgulatacak bir yanıt vermiştir.
Örneklendirmemize devam edelim. Galileo Galilei’yi duymayanınız yoktur. Onun yerine sizden Giordano Bruno’dan bahsedeceğim. Aristokrat bir aileden gelen Bruno, 1548 İtalya’sında dünyaya geldi. 14 yaşındayken Dominiken tarikatına (13. Yüzyıl’da Hristiyanlığı yayma amacındaki Katolik mezhebi. Engizisyon yönetimine getirilince ise bu tarikat, kent ve kasabaları dolaşarak bütün günahkârları din adına öldürmeye başlamışlardır.) katıldıysa da modern astronomik ve bilimsel gelişmelerin başlangıç noktası olarak gösterilen Kopernik sistemi ile tanışınca bu tarikattan ayrıldı. Kopernik sistemi ise Dünya ve diğer gezegenlerin sabit Güneş etrafında, sabit hızla periyodik hareketler yaptığını savunmaktadır. Tarikattan ayrılmakla kalmayıp bütün Hristiyan inancıyla arasındaki bağları koparttı. Kiliseye karşı geldiğinden din sapkınlığı ile suçlandı ve hayatı Engizisyon baskısından kurtulmaya çalışmakla geçti. Roma, Kuzey İtalya, Cenevre, Paris ve Londra’da yaşamına devam ettikten sonra 1582’de Sorbonne Üniversitesi’nde kürsü elde ettikten sonra Londra’da çeşitli eserleri basıldı. Oradan Zürih’e geçen Bruno,bir süre Almanya’nın çeşitli yerlerinde yaşadıktan sonra İtalyan bir aristokrat tarafından Venedik’e davet edilince bu daveti kabul ederek orada Galileo Galilei ile tanıştı. Fakat aristokratlardan biri onu Engizisyon’a teslim etti. Roma’da gerçekleşen mahkemesi tam 7 yıldan fazla sürdü. Katoliklik ve Mesih'in görüşlerine aykırı olmak, Üçlü Birlik'i reddetmek, Meryem'in bakire olup olmadığını sorgulamak, cehennemin varlığını reddetmek ve çoklu evrenin varlığına inanmakla suçlandı. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylendi. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermedi ve o da ölüme mahkûm edildi. Tıpkı diğer düşünenlerin başına geldiği gibi. Ölüm kararını Bruno’ya bildiren yargıç ise ondan şaşırtıcı bir cevap almıştır: Ölümümü bildirirken benden daha çok korkuyorsunuz.
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar.” Sözleriyle onu hatırlayacağımız Bruno, 1600 yılının şubat ayında Roma’daki Campo de’ Fiori meydanında diri diri yakılarak ölüm kararı uygulandı. Ne ironiktir ve trajiktir ki bugün aynı meydanda,Bruno’nun diri diri yakıldığı meydanda onun anısına 1889 yılında altındaki kaidesiyle birlikte yaklaşık 9 metrelik bronz heykeli dikilmiştir. Tarih, er ya da geç haklıları ortaya çıkartır.
Bu konudaki son örneğimiz ise Lavoisier olsun. Modern kimyanın kurucularından kabul edilen Antoine Lavoisier, 18. Yüzyılda elementler ve bileşiklerin temelini, oksijen bazlı yanma teorisi,Kütlenin Korunumu Yasası gibi modern dünyada yaşasa en ileri seviye entelijansiyeden kendine yer bulacak devrim niteliğinde buluşlara imza atsa da 1794 yılında Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu kaotik konjonktür yüzünden görev icabı vergi tahsildarlığı yaparken “halk düşmanı” olarak görüldü ve giyotinle idamına karar verildi. İdam mahkûmumuz son anlarında bile bilim adına gelişme kaydedebilmek için eşi Lagrange'i çağırmış ve ona, “Kafam sepete düştüğünde gözlerime bak. Eğer iki kere göz kırparsam; insanın kafası kesildikten sonra bir süre daha bilincini kaybetmiyor demektir.” demiştir ve kafası kesildikten sonra gözlerini iki kez kırpabilerek teorisini kanıtlayabilmiştir. Eşi Lagrange bu olay üzerine ise şunları söylemiştir: Lavoisier'in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Ama o yobaz kafalar asırlarca karanlıkta sürünecek, insanlığı da süründürecekler...
Bugün gördüğünüz üzere Sokrates’in,Bruno’nun ve Lavoisier’in faillerinin ismi cismi hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Fakat bu isimler, mütemadiyen bu cılkı çıkmış baskıcı ve baltalamayı amaçlayanlara karşı, kalmamış olan kemiklerine rağmen galip geleceklerdir.
Buraya kadar bu baskılamaları yererek bir nevi fikir özgürlüğüne destek çıkmışım gibi bir yapıya büründüğümün farkındayım. Fakat Lavoisier paradigması tamamen bilime çelişen bir yobazlık iken Sokrates ve Bruno’nun durumları biraz daha özgür düşünceye vurulan bir yular gibidir. O zaman birkaç soruyla devam edelim. Fikirlerimiz özgür müdür? Hatta daha da ileri gidelim, fikirler saygı konusu mudur?
Özgür düşünce ya da insan iradesinin özgür olup olmadığı konusuna gidersek, her ne kadar kendi fikrim “olmadığı” yönünde de olsa Determinizm, Hedonistik Determinizm, Teistik Determinizm, Fatalizm ve Libertaryenizm gibi uçsuz bucaksız sofistike fikirlere göz atmamız gerekecek. Fakat şu bir gerçek ki, bulunduğumuz yüzyıl itibarıyla bugün, daha önce hiç düşünülmemiş bir fikir ya da ideolojiyi ortaya çıkarmayı geçtim, yazılacak bir hikayenin bile benzeyeceği daha önceden yazılmış bir sürü hikaye olduğu gerçektir. İdeolojiler içinse mevcut şartların muntazam olduğunu kabul edersek, oldukça zor bir süreç olacaktır. Bu kadar komplike bir durumu domino taşlarına benzetebiliriz. Isaac Newton’un “Eğer ki diğerlerinden ötesini görebildiysem, bu, devlerin omuzlarında yükseldiğim içindir.” sözünü size lanse ederek bu soruyu çok uzatmamak adına kaçamak bir şekilde “Tüm faaliyetler insanlığın yüzyıllarca ortak amaca hizmet etmek adına ilerleyişi sayesinde gerçekleşmiştir.” diyerek sonlandırabilirim. Belki başka bir yazımda bundan bahsederim.
İkinci soruya geçelim. Cevap hayır. Fikirler saygı konusu değildir, tartışma konusudur. Bunlar öyle tartışmalardır ki kazanan değil, kaybeden daha kârlıdır. Tartışmayı kazanan kişi papağan olmaktan bir adım öteye geçemezken, kaybeden taraf ise o konu hakkındaki derinliğe ve gerçeğe ulaşan taraftır. Ki bence bu yüzdendir ki Zenon da derinlik ve gerçeğe ulaşma konusunda bu tartışmalardan yararlanmak istiyor. Her tartışmayı kazanan ya da kazandığını “zanneden” insanı koşu bandında boş yere ter döken bir kimseye rahatlıkla benzetebilirim.
Saygı konusu olan kavram ise insanlardır. O fikrin bir noktada kime ait olduğu, içeriğinden daha çok ilgimizi çeker ve ona göre karara varırız. Belki de saygı duyduğumuz mefhum o insan değil de onun makamı ya da unvanı olabilir mi? Unvanına göre (akraba,dost, patron) saygıyı belirlediğimiz kanısı şu anda bana şahsen çok daha mantıklı geldi. Kaç kişiye sadece “insan” olduğu için saygı duyarız? Ya da saygı kazanılan bir kavram mıdır, yoksa doğuştan hak edilmesi gereken mi? Bunlar da artık sizin cevaplamanız gereken sorular. Şunu da hatırlatın kendinize, bu soruların tek bir doğrusu ya da tek bir yanlışı yoktur.
Unutulmamalı ki hiçbir insan saf doğru ya da saf yanlış değildir. Bu kişi, hayatımızda tanıyıp tanıyabileceğimiz en saçma argümanlar sunan insan da olsa mutlaka doğru sözü de vardır. Bozuk saat bile iki kere doğruyu gösterir. Ama yine unutulmamalıdır ki bir sözü çok güvenilen bir kişi söyledi diye o söz yüzde yüz doğru ve değiştirilemez olarak kabul etmek de bir önceki argümanımdan farksızdır. Tarih öğrencisi olarak bu konudan daha doğru örnek verebilirim. “Lozan Antlaşması’nın 2023 yılında biteceği yanılgısı”na karşı çıkanlardan birisi de Kadir Mısıroğlu’ydu. Şimdi gelelim sorumuza, bu sözü Kadir Mısıroğlu’nun söylemiş olması o sözün doğruluğunu etkilemiş bir durum mu? Elbette hayır. Gelelim diğer örneğimize. İlber Ortaylı bugün ilerleyen yaşına rağmen hâlen Türkiye’nin en iyi tarihçisi olarak kabul ediliyor -en iyi oldukça komplike bir sıfat da olsa bu fikre katılmamak elde değil- olsa da birkaç yıl önce çıkan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” kitabında harf inkılabının kültür değişikliği için olmadığı, sadece okuma-yazma kolaylığı için düşünüldüğünü söyler.[3] Halbuki İsmet İnönü, bu yorumlamanın tam aksine, asıl amaçlarının diğer inkılapların sağlama alınması maksadıyla bir kültür değişikliği için yaptıklarını nakleder.[4] Bu durumda kime güveneceğiz?
Anlatmak istediğim şey anlaşılmıştır umarım. Fikrin kendisi değil de söyleyenin dikkate alınması durumu bir nevi insanın gelebilecek yanlış bilgilere karşı bir savunma mekanizması olsa gerek. Fakat bunu aşırıya kaçırmamaya özen göstermek daha rasyonel bir yaklaşım olur.
Günümüz teknolojisi neticesinde de insan beyni, hiç olmadığı kadar çok “şey”e maruz kalıyor. Doğruluğuna biraz şüpheyle yaklaşsam da genelleme yapılırsa doğru olabilecek bir bilgiye göre okuduğumuz tek bir sayfa gazete kâğıdı ile Ortaçağ’daki herhangi bir insanın hayatı boyunca öğrenebileceği bilgiden daha fazla şey öğreniyoruz. Binlerce yıllık evrimleşmenin mahsulleri olduğumuzu düşünürsek bundan yaklaşık 600 yıl öncesi çok da eski sayılmaz. Modern insanlar olarak sabah uyanıp gece kafamızı yastığa koyana dek sürekli uyaranlara maruz kalan beynimiz oldukça farklı ve görmek istemediği “şey”lere de maruz kalabiliyor.
Düşünün, X’te, Instagram’da ya da herhangi bir sosyal medya platformunda kendi fikrinden olmadığı için karşısındakini aşağılayan kaç tane gönderi okuyorsunuzdur? Özgür düşüncenin handikapı biraz da budur. Özgür düşünce, şayet ki gerçekten özgürse ona aykırı olan görüşleri de hoş görmek zorundadır. Pratikte zaman zaman pek olmasa da teoride buna bir noktada mecburdur. Bu da karşı tarafa aslında çok güçlü bir koz vermektedir. Çünkü özgür düşüncenin fikir ayırt etme özgürlüğü yoktur. Eğer ki fikir ayırt ederek bazı fikirleri dışlamaya kalkarsa bu sefer “özgür” düşünce olmaktan çıkar.
Sosyal mecralarda kendisini “en özgürlükçü, ileri, modern, uygar, çağdaş” olarak tanımlayan insanların her görüşü hoş gördüklerini hiç gördünüz mü? Ben görmedim. Lütfen görünce bana da bildirin. Bu kişiler sadece bulundukları ortamdaki aidiyet duygusunu seviyor. Bir noktada elinin altında bulunabilecek nobranlar ordusunun hayalî de olsa var olmasından hoşnut kimseler gibiler. O kişinin tek yapması gereken davranış,körü körüne savunmak. Çünkü hiyerarşide yapması gereken hiçbir şey yok. Sorumluluk olmayan bağlılıklarda holiganlık düzeyindeki defansiflik kaçınılmazdır. Şimdiyse dikkatlice düşünün, sosyal medyadaki savunduğunuz görüşten farklı bir görüşle karşılaştığınız zaman ilk tepkiniz ne oluyor? Hakaret ya da aşağılama varsa kendinizi gözden geçirmenizi öneririm. Bence en doğru ve makul seçenek “boşvermek” olsa da siz yine onu paylaşan kişiden o argümanını savunmasını isteyin. Böylelikle belki daha başka mantıklı argümanlar öğrenirsiniz ve kendinize yeni bir bilgi daha eklersiniz. Kim bilir? Tabii eğer böyle bir amacınız varsa...
Dipnotlar
[1]Lynn Hasher, David Goldstein,Thomas Toppino, Frequency and the Conference of Refential Validity, Journal of Verbal Learning and Verbal Behavior, 16, 107-122, 1977.
[2]McTeigue, J., V for Vendetta,2006.
[3]İlber Ortaylı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kronik Yayınları, İstanbul, 2020, s. 356.
[4]İsmet İnönü, Hatıralar, Cilt 2,Bilgi Yayınevi, Ankara, 1987, s. 223.