Amerikan dış politikasında bazı yapısal ve konjonktürel değişimlere imza atan�Cumhuriyetçi Donald Trump’ın ardından göreve gelen�Demokrat Partili Joe Biden’ın dış politika ajandasında yer alan en önemli konulardan biri Filistin meselesi. Trump döneminde Amerikan siyasetine hâkim olan İsrail lobisinin yoğun baskısıyla Filistin aleyhinde alınan sert kararların aksine, Biden dönemine dair şu an için nispeten olumlu bir havanın hâkim olduğu görülüyor. Ancak bu olumlu havaya aldanıp, ABD’nin İsrail’le ilişkilerinin ve Filistin meselesine yönelik politikasının kökten değişeceğini söylemek mümkün değil.
Biden yönetimindeki�yeni Amerikan hükümetinin Filistin meselesine yönelik politikasına dair bir değerlendirme yapmadan evvel, Trump yönetiminin konuyla ilgili politikasını hatırlatmakta fayda var. Bu çerçevede Trump’ın�Filistin meselesine yönelik alınan üç kritik kararla açıkça gerilimi tırmandıran bir politika izlediğini ifade etmek gerekiyor.
Bunlardan ilki, ABD’nin İsrail nezdindeki büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı. Önceki hiçbir Amerikan başkanının almaya cesaret edemediği bu karar, İsrail lobisiyle sıkı ilişkisi bulunan Trump’ın damadı ver başdanışmanlarından Jared Kushner’in girişimleri neticesinde 6 Aralık 2017’de alındı. İsrail’in Kudüs’ü sözde ebedi başkenti olarak lanse etmesine destek amacıyla alınan bu kararın ardından, Trump yönetimi diğer ülkelere de benzer yönde adım atmaları çağrısında bulundu. Ancak şu ana kadar çok az sayıda ülke bu çağrıya uyarak büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdı. Telafisi mümkün olmayan bu stratejik hatayla, sadece mazlum Filistin halkının değil tüm Müslümanların hassasiyetleri hiçe sayıldı. Bu kararla Amerikan yönetimi iki taraf arasında sözde “arabuluculuk” rolünü kaybettiği gibi, Filistin’le ilişkileri de ağır darbe aldı. Nitekim bu karara tepki olarak Filistin yönetimi ABD ile ilişkilerini kesme kararı aldı. Bunu takiben de Trump yönetimi 10 Eylül 2018’de aldığı kararla, 1994’ten beri Washington’da bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ofisini kapattı. Trump yönetiminin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasıyla iki devletli çözüme olan inanç da zayıfladı.
İkincisi, Trump yönetiminin�Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansına (UNRWA) yaptığı yardımları, 2018 Ağustos ayında durdurma kararı alması oldu. Trump yönetimi kararın gerekçesi olarak ajansın işleyiş biçimindeki sorunları göstermişse de uluslararası kamuoyunda bu karar, İsrail’e verilen desteğin yeni bir boyutu şeklinde değerlendirildi. Bu kararın hemen ardından Trump yönetimi, UNESCO’nun Filistin’in El-Halil kentindeki Eski Şehri dünya miras listesine ekleme kararına da tepki gösterdi. Akabinde Trump, İsrail’le birlikte 2019 Ocak ayında UNESCO’dan ayrılma kararı aldı. Daha ziyade Amerika’daki Yahudi lobisini ve İsrail’i tatmin etmek için alınan bu karar, popülist siyaset biçiminin somut bir tezahürü olarak değerlendirildi.
Üçüncüsü, Başkan Trump’ın İsrail-Filistin ihtilafını kalıcı şekilde çözme iddiasıyla gündeme getirdiği sözde “Yüzyılın Anlaşması” projesi. Trump 2020 Ocak ayında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile düzenlediği basın toplantısında, ihtilafa ilişkin sözde barış planı açıkladı. Ancak bu projede Kudüs’ün idari yönetiminin İsrail’e bırakılması, Filistinlilere Kudüs’ün sadece doğusunda bir toprak parçası verilmesi ve Filistin’in askeri gücünün olmaması gibi Filistin tarafı açısından kabul edilemez maddelere yer verilmesi, planın açıkça İsrail’in yayılmacılığına hizmet ettiğini ortaya koydu. Yine Kushner’in arka planında yer aldığı bu girişim, her ne kadar Amerikan yönetimi tarafından masumane bir planmış gibi lanse edilse de uluslararası toplum nazarında “yüzyılın ihaneti” olarak kabul gördü. Bu arada bazı kesimlerin bilinçli ya da bilinçsizce Filistin davasını ve Kudüs’ü ayrıştırmaya çalışarak bu iki meseleyi birbirinden bağımsız şekilde değerlendirdiği görüldü. Ancak bu tutum İsrail’in yayılmacı politikasından başka bir şeye hizmet etmiyor. Dolayısıyla Filistin davasının ve Kudüs’ün statüsünün birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini vurgulamak gerekiyor.
Öte yandan Trump’tan görevi devralan Biden yönetiminin Filistin meselesine yönelik şu ana kadar çizdiği tablo ise nispeten daha olumlu. Bu bağlamda Biden’ın görevde henüz yeni olmasına rağmen, Filistin ile İsrail arasında iki devletli çözüm konusunda çaba göstereceğini ve Trump döneminde kesilen yardımlara yeniden başlanılacağını açıklaması, ilişkilerin yeniden tesisi için önem arz ediyor. Nitekim Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Biden yönetiminin Filistin davasıyla ilgili verilen sözleri tutması durumunda, iki ülke arasında kesilen ilişkilerin normalleşebileceğini açıkladı.
Biden hükümetinin Filistinlilere yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla mücadele için Mart ayında 15 milyon dolar insani yardım sağlanacağını açıklaması ve 7 Nisan’da Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın kalkınması için 75 milyon dolar ve UNRWA programları için 150 milyon dolar yardım göndermeyi kararlaştırması, ikili ilişkileri normalleştirme doğrultusunda atılan birer adım olarak görülebilir. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, 2020 insan hakları raporunda “İsrail’in Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri’ni işgal ettiği tarihi bir gerçektir” açıklaması da normalleşme sürecinin parçası olarak değerlendirilebilir.
ABD-Filistin ilişkilerinin normalleşmesi adına, Biden yönetiminin atabileceği muhtemel yeni adımların başında ise Mahmud Abbas ile görüşülmesi geliyor. Filistinliler için Doğu Kudüs’te en azından konsolosluk açılması, Washington’da FKÖ ofisinin yeniden açılması ve iki devletli çözüme yönelik aktif diplomatik girişimlerde bulunulması da ilişkilerin restorasyonu için kilit öneme sahip. Aynı şekilde salt popülist bir yaklaşımın ürünü olan UNESCO kararından geri dönülmesi, UNRWA’ya ve Filistin’e sağlanan mali yardımların artırılması ve yasadışı Yahudi yerleşim yerlerine son verilmesi için İsrail’e baskı yapılması bu doğrultuda atılması gereken adımlar. Ancak bu şartlar altında Filistin meselesinin çözümüne dair gerçekçi bir gündem oluşabilir.
Biden yönetiminin Dışişleri Bakanı Antony Blinken göreve başladıktan sonra Filistin meselesine dair yaptığı bir açıklamada, yeni hükümetin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaya devam edeceğini belirtti. Blinken bunun yanında Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) 5 Şubat 2021’de verdiği kararla Gazze, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve diğer Filistin topraklarında işlenen suçları soruşturmak için yargı yetkisine sahip olduğunu ilan etmesine karşı çıktı. Her iki açıklamadan hareketle, Biden yönetiminin İsrail’le ilişkilerini bozmak istemediği ve Filistin meselesinde üzerine düşen sorumlulukları tam manasıyla ifa etmeyeceği anlaşılıyor. Bunların yanı sıra Biden’ın, Obama’nın başkan yardımcısı olduğu dönemde “Eğer bir İsrail olmasaydı, Amerikan çıkarlarının korunması için bir İsrail icat etmek zorunda kalabilirdik” açıklaması hatırlandığında, Filistin meselesine dair Biden döneminden beklentileri sınırlı tutmak gerekiyor.
Sonuç olarak ABD’nin İsrail’le stratejik ilişkileri ve Filistin meselesine yaklaşımı, görevdeki hükümetlerin üzerinde bir devlet politikası olduğu için, Biden döneminde bu konuyla ilgili köklü bir değişim beklememek gerekiyor. Burada özellikle daha önce Trump yönetiminin ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması kararının Biden yönetimi tarafından da tatbik edilmesi önemli bir gösterge. Buna karşın Trump döneminde Filistin’e yönelik benimsenen katı tutumun, Biden döneminde bir nebze azalması ve ABD-Filistin ilişkilerinde kısmen Trump öncesi döneme dönülmesi bekleniyor. Burada da özellikle Biden yönetiminin, daha önce Trump döneminde askıya alınan yardımları yeniden devreye sokması ve Filistin’e mali yardım gönderilmesi için yakın zamanda somut adımlar atması, normalleşme yolundaki beklentileri artırıyor. Dolayısıyla her iki durum birlikte değerlendirildiğinde, Biden döneminde Filistin meselesi ve ABD-Filistin ilişkilerine dair ihtiyatlı bir iyimserliğin hâkim olduğu söylenebilir.
KAYNAK: AA