Bölüm 2
Öğlen saat on ikiyi gösterdiğinde, Sivas’ın Suşehri ilçesindeki otelden çıkıp yola koyulmuştum. Yürümenin de bir felsefesi olduğuna inanıyorum. Yürümek, sadece bir yerden bir yere gitmek değildir; işten eve koşuşturmaktan çok daha fazlasıdır. Yürümek başlı başına bir eylem, bir başkaldırıdır. Evrenle, yeryüzüyle kurduğumuz ritmik bir bağdır. Yol aldıkça omuzlarımızdaki yükten arınıyor, zihnimizi dinginleştiriyor, ruhumuzu özgürleştiriyoruz. Adımlarımın sıcağı ve soğuğu yer kabuğunda iz bırakıyor, yıldızların aydınlattığı gecelerde yürürken gökyüzüyle de bir bağ kuruyordum. Bazen gökyüzündeki yıldızlar bana yol gösteriyor, karanlık bulutların arasına saklanan ay ise zaman zaman ortalıktan kayboluyordu.
Bugün, gökyüzü daha insaflıydı; güneş, tepedeki o bildik sıcaklığını üzerimde denemiyor, ağır ağır yola devam ediyordum. Suşehri’nden Akıncılar’a yirmi yedi kilometrelik mesafeyi katettikten sonra bir benzin istasyonunda durdum. Telefonumu şarj edip biraz soluklandım. Hava kararmıştı, benzin istasyonundaki yetkili bana gecikmeden yola koyulmamı, zira bu saatte Sivas’ın Gölova ilçesinde bir otel bulabileceğimi söyledi. Sonradan anladım ki bu aceleye getirilmiş çıkış aslında benim için bir lütuftu. Eğer o benzin istasyonunda daha fazla oyalansaydım, Gümüşhane’nin Şiran yolundaki o dağ geçidini gece geçmek zorunda kalacaktım ki bu neredeyse imkansızdı. O ıssız ve zorlu yollarda gündüz vakti bile ilerlemek zor oluyorken, gece yürümek neredeyse çılgınlık olurdu.
Gece saat bir gibi Gölova’ya ulaştım. Şehrin karanlık yollarında yürürken çevremi göremediğim için kulaklarım her sesi daha derinden işitiyordu. İlçeye vardığımda, adından da anlaşılacağı gibi bir göl kenarında yürüdüğümü fark ettim; kurbağaların ve çekirgelerin sesleri etrafı dolduruyordu. İlçenin merkezine ulaştığımda polisler beni durdurdu, kimliğimi kontrol edip üzerimi aradılar. Pandemi nedeniyle öğretmenevinin kapalı olduğunu ve ilçede başka bir konaklama yeri olmadığını söylediler. O an, Suşehri’nden çıktığımdan beri elli beş kilometre yürümüş olduğumu fark ettim, ancak dinlenebileceğim bir yer yoktu ve polisler de beni ilçe sınırlarının dışına çıkmam konusunda uyardılar. Yürümekten bitkin haldeydim ama yoluma devam etmekten başka çarem yoktu.
Giresun’un Karayakup köyüne on kilometre kalmıştı; yıldızların ışığını takip ederek ilerliyordum. Karanlıkta yol almak, gözlerimin değil kulaklarımın rehberliğine muhtaç olduğum bir yürüyüşe dönüştü. Yol boyunca birkaç başıboş köpek peşime takıldı; birinden kurtulunca bir diğeriyle karşılaşıyordum, ama köpeklerin havlamaları bile beni yoldan döndürmeye yetmiyordu. İnsanların bilinmeyenden duydukları korku yüzünden beni terörist zannedip sorguya çeken polislerden daha ürkütücü bir durum değildi bu. Beni karanlık yola salan polisler, belki bilmeden daha da güçlü olmamı sağladılar; çünkü bastonuma dayanarak tüm zorlukları aşabileceğimi hissediyordum.
Sabah ezanı okunurken hâlâ yürüyordum; mezarlık çeşmesinde kana kana su içip biraz soluklandım. Yakınlarda bir otobüs durağı buldum ve içine girdiğimde, duvarlarında düşünce ve felsefe kitaplarıyla dolu olduğunu gördüm. Üzerine serildiğim küçük bir bankta, sırt çantamdan çıkardığım battaniyeye sarılıp kısa bir süre dinlendim. Üç saatlik bir uykunun ardından yeniden yola koyuldum.
Telefonumun şarjı tükenmişti; saati anlamakta güçlük çekiyordum. Yolda ilerlerken uzakta tarlasını süren bir çiftçi gördüm. Onun yanına gidip telefonumu şarj etme konusunda yardım istedim. Beni evlere yönlendirdi ancak kapılar kilitliydi, bu yüzden çaresiz yola devam ettim. Bir süre sonra arı kovanlarının olduğu bir yere vardım. Tüm dikkatimi kaybetmiş, uçuşan arıların arasından geçip gitmiştim. Adam bana bakıp, "Sen PKK’lı mısın?" diye sordu. “Hayır,” dedim. "Pendik’ten Bayburt’a yaya gidiyorum." Bunun üzerine çay ikram etti, ama sohbete pek açık olmadığını hissettim. Kendimi toparlayıp yola yeniden koyuldum.
Yüzde yedi şarjla kısa bir canlı yayın açıp, beni merak edenlere yolculuğum hakkında bilgi verdim. Yol boyunca motor sesini duyduğum bir noktada, geriden gelen bir traktör durdu. Üzerinde altmış yaşlarında Cemil Aslan adında bir adam vardı. Bana susuz ve aç kaldığımı duyunca evine davet etti. Kaplumbağa hızıyla on kilometreyi onunla birlikte kat ettik. Evinde misafir oldum, eski dostlarıyla tanıştım ve Erzincanlı İsmail Amca’nın yanık sesiyle söylediği türkülere eşlik ettim. Cemil abinin o misafirperverliği, Anadolu’nun insanlığını tekrar tekrar hatırlattı bana.
Günün sonunda Şiran Öğretmenevi’ne vardığımda, Cemil abi gibi insanların hâlâ var olduğu dünyada, insanlığın ölmediğini bir kez daha anladım.