Cem Karaca’nın Pendik Anıları

Muhabir: Mazlum Kiper’in dergimizde yayın­lanan anılarından, sizin 1960’larda bir yaz tatilinde Pendik’e geldiğinizi öğrendik. Elvis Presley şarkıları söyleyerek kız arkadaşla­rınızdan övgü aldığınızı da… Mazlum Kiper, “Cem Karaca olmasına çeyrek vardı,” diyor. O yazdan aklınızda kalan Pendik nasıl bir Pendik’ti?

 

Cem Karaca: Gelişen Türkiye, gelişen İstanbul ve kırdan kente göç esprisi, Bakırköy’ü etkilediği gibi kuşkusuz Pendik’i de etkilemiştir. Benim o yıllarda hatırladığım Pendik, aynı o zamanlarda hatır­ladığım Bakırköy gibi, bahçe içinde iki katlı, üç katlı, ahşap konakların bulunduğu, son derece çok temiz havasıyla dikkatleri çeken bir sayfi­ye yeriydi. Biraz daha zengin olanlar ise Dragos’u tercih ederlerdi.

İnsanlar, akşamüstü iş dö­nüşü trenden indikten sonra -o zamanlar başka ulaşım aracı pek fazla yoktu- birbirlerine “Ee nasılsınız Ahmet Bey” “İyiyim, zat-ı âliniz afiyet­tesiniz inşallah!” filan diyerekten laflar ettikleri; sabahları insanların birbirlerine “Sabah-ı şerif­leriniz hayırlar olsun,” dedikleri bir Pendik’ti. Ay­nen Bakırköy’de olduğu gibi…

Sevgili Mazlum kardeşim ve dostumun da babası rahmetli Müfit Ağabey (Kiper) babamın İstanbul Belediyesi şehir tiyatrolarından çok yakın dostu idi. Onlar zaten bir takımdılar. Yaşar Özsoy, Müfit Kiper, Mehmet Karaca, Rıza Tüzün, Sami Ayanoğlu bunlar gruptular kendi içlerinde. Müfit Ağabey çok nazik bir davette bulununca, bütün bir yaz geçirmek için değil, ama aşağı yukarı 3-5 hafta­lığına Pendik’e geldik.

Tabi ben nereye gitsem gitarımı da beraberimde götürüyorum. Gitar çalıp şarkı söylüyordum. Ama tabii o zamanlar şarkı söylerken papağan gibi İngilizce şarkılar söylü­yorduk. Elvis Presley’in şarkılarını teypten dinle­yip çıkarıyorduk.

1967 yılından sonra ken­di yolumu bulup kendi şarkılarımı söylemeye başladım.

O zamanlar söylediğim şarkılardan sadece melodileri kalmış, sözler uçmuş gitmiş. Bugün bazı şarkılarla alay ediyoruz ya sözleri çok havai diye, o zaman Elvis Presley’in söylediği şarkılarda böyleydi. “Aman benim mavi süet ayak­kabılarımın üstüne basma ne olur!” İçinde top­lumsal mesaj filan yok yani. John Baez, Bob Dylan, Pitt Sigger ve Leonard Kohen’in şarkıları dışında, o dönemki Amerikan müziğine baktı­ğımızda, protest dediğimiz, yani başkaldırı, eleştiri, bir muhalif tavır alışın eserini bile göremezdiniz, kokusunu bile alamazdınız. Onun dışında Amerikan müziği o dönem protest değildi. Bugün biraz daha Rock ile beraber daha protest tavırlar alan Sting gibi topluluklar bazı eleştirisel tema ele alıyorlar.

 

Muhabir: Uzun yıllar Türkiye dışında yaşadıktan sonra geri döndünüz. Geriye döndüğünüzde kültür ve sanat anlamında nasıl bir Türkiye ile karşılaştınız?

Cem Karaca: Ben Türkiye’den ayrılmadan önce 1979 yılında, Türkiye kendi içerisinde siyahı beyaz diyebileceğimiz kesinlikte siyasi kampa ayrılmıştı. Daha sonra 12 Eylül askeri müdahalesi, işte bu siyah ve beyazın ortasını bulma yolunu, yani siyahla beyaz arasındaki gri tonu çoğaltmaktan geçerken, geldi bir şal örttü.

Ne beyaz var dedi, ne siyah. Sadece askeri “nefti; var dedi. Ve tabii bunun sonucunda, Türkiye’de araştıran, düşünen ülkesi için kafa yoran gençlik politikayla, politik sanatla ilgilenmeyi, aman sakın ha” gibilerden bir fikre kapıldılar.

Olay empoze ile ilgili zaten. Aynı yıllarda dikkat edecek olursanız, dünyada da Yuppi felsefesi var. “Ne yaparsan yap, bir an evvel köşeyi dön. Sana mı kalmış ülke hakkında fikir yürütmek, idare etmek.  Nasılsa bunları yapacak görevliler var. Onlar bu işi senden iyi yaparlar. Sen geç banka idare et, hisse senedi al, elinde Bond çanta; para peşinde koş,” felsefesi hâkim olduğu için ben de Türkiye’ye döndüğüm zaman tabii ki tablonun Türkiye boyutlarında yansımasıyla karşılaştım.

Müzik yapılmıyor muydu, tabii ki yapılıyordu. Yapılıyordu ama kimsenin iplediği yoktu siyasi şartları. Siyasi cinayetler, faili meçhul cinayetler ya da benzeri bir takım hadiseler kimsenin ilgisini çekmiyordu. Dediğim gibi Türkiye’ye geldiğimde, bu Amerikan boyutlarının, Türkiye boyutlarına indirgenmiş Yuppi felsefesinin Türk sanat ve kültürüne egemen olduğunu gördüm.

Birtakım marjinal tabir edebileceğimiz küçük ama ses getirmeyen şeyler karşı­sında, hareketler oluşumlar dışında ne yazık bu kitleleri peşinden götürecek bir olay göremiyordum. Görebildiğim yegane şey hani müzik olarak kendisini protest müzik platformunda idare etmeye çalışan, fakat müzik formu olarak tamamen Arabesk olan bir takım arkadaşlarımızın yaptığı bir müzik vardı ortada. Bozuk, zamanla alakası olmayan sözler, sözgelimi bir sanatçı ar­kadaşımın yaptığı bir çalışmayı hatırlıyorum; l. Dünya Harbinde Belgrat’ta partizanların, yani Yugoslav partizanlarının Alman işgal kuvvetlerine karşı direnişlerini anlatan bir şarkı, işte karakolları kurşunlanır, molotoflar patlatılır. Gerilla savaşı yapıyorsunuz, ülkeyi işgal etmiş kuvvetlere karşı.

Bu Atilla İlhan’ın şiiridir. Bu şiirden yola çıkılarak bu şarkı burada öyle yorumlandı ki sanki burada bir takım hadiseler olmuş izlenimini verdi. O zaman burada ne karakollar kurşunlanırdı nede bombalar patlardı. Yoktu böyle bir şey. Olamazdı, zaten olması da şart değildi, çünkü çözüm değildir yani. İnsanın kendi ülkesinin kolluk güçleriyle böylesine ça­tışmasını icap ettirecek bir durumun Tür­kiye’nin başına gelmesini kim temenni ede­bilir, kim isteyebilir ki? Tabii ki işkencenin kalkmasından yana olmak başka şey, ama işkencenin kalkmasından yanayım derken de kalkıp karakol kurşunlamak ya da can gü­venliğimizi korumakla görevli olan bir polis memurunu vurmak başka şey. İkisini ayırt etmek lazım.

“Ben bir pop sanatçısı değilim. Bir kere ben Rock Ozanıyım…”

Muhabir: Kültür ve sanattaki gelişmeleri izliyorsunuz kuşkusuz. Bir geri kalmışlık söz konusu mu? Ya da yeni gelen kuşak boşlukları doldurabiliyor mu? Ve yeni akımlar yaratacak bir alt yapıya sahip mi? Pop müzik tarzında değişimler oldu. Siz bunu beğeniyor musunuz?

Cem Karaca : Şimdi buna ben karar veremem. Ben bir pop sanatçısı değilim. Bir kere ben Rock Ozanıyım. Dolayısı ile nasıl ki Türk Sanat Musikisi hakkında fikir yürütme hakkını ken­dimde görmüyorsam, Türk Pop müziği hak­kında da fikir yürütme hakkını kendimde gör­müyorum. Açıkçası dinlediğimi de söyleye­mem. Oturup Türk Halk Musikisi dinlemeyi, bir Pop müzik dinlemeye elli kere tercih ede­rim.

Kendi yaptığım türde müziği ve benim gibi müzik yapan insanların, benim gibi müzik yapan derken sevgili Barış Manço, Edip Akbayram, Selda Bağcan, Bulutsuzluk Özlemi, Erkin Koray, gençlerden Haluk Le­vent, Murat Göğebakan, Murat Kekilli. Grup­lardan birkaç isim var. İşte Grup Destan, Haramiler, Ayna gibi. Bunlar ilgimi çekiyor. Bunlardan ümitliyim. Pop tamamen tüketime yönelik bir hadisedir. Kalıcı değildir.

Yaşama Dokunmak – Arzu Eser Nihan Büyükağaç