GÜNDEME MUHALEFET

Yeni bir şeyler söyleyememek; sadece bana mahsus bir şey değil.

Bu yüzden; bilinenleri değişik bir üslupla aktarmaktan, bir süre geçtiği için unutulanları hatırlatmaktan başka bir şey değil; ne benim ne de diğer köşe yazarlarının yaptığı.

Bu niyetle; filozof, ekonomist, politik analizci ya da başka bir kimliğe bürünmeden; ülkeyi kurtarmak, insanları değiştirmek gibi bir hevese kapılmadan bir iki şey aktarmak istiyorum.

Fidye alabilmek için çok zengin bir adamın 10 yaşındaki oğlunu kaçırırlar. Sonra babasını arayıp yüklü bir miktar para istediklerini bildirirler. Oralı bile olmaz oğlanın babası. Bir bildiği vardır….  Oğlunu iyi tanır. Öylesine yaramaz, öylesine baş belası bir çocuktur ki, kelimelerle anlatılamaz.

Günler geçer oğlan kendisini kaçıranların canına okumaya başlar. Bir an evvel kurtulabilmek için fidyeyi indirirler. Fakat baba yine aldırmaz. Oğlan, kendisini kaçıranların felaketi olur adeta. Sonunda fidyeden vazgeçerler.

” Gel al şu baş belası oğlunu” diye tekrar haber yollarlar.

Babadan bu defa cevap gelir;

“50 bin lira verirseniz gelir alırım aksi taktirde başınızın çaresine bakın…”

iki velet karar verirler ki; bütün büyüklerin, hayatlarında sakladığı en azından bir büyük sır var.

Bir tanesi bu varsayımı denemeye kalkışır.

Gözüne önce annesini kestirir.

-Anne ben her şeyi biliyorum.

Annesi : “Tamam anladım al şu 10 lirayı babana hiçbir şey söyleme” der.

Ufaklık memnun babasına gider

-Baba ben her şeyi biliyorum!

Babası: “Sus tamam al şu 50 lirayı  annene bir şey söyleme” der.

Bizimki, bütün büyüklere işleyen bir sistemi keşfetmenin keyfiyle zevkten dört köşe…

Ertesi sabah kapı çalınır. Postacı gelir.

Ufaklık açar kapıyı.

-Postacı amca ben artık her şeyi biliyorum. 

Postacı dizlerinin üzerine çöküp kollarını iki yana açar:

-Madem öyle gel bakalım, baba sana bir sarılsın.

Öğretmen derste öğrencilerine “Hadi küçük bir deney yapalım” demiş.

Masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice taş parçaları çıkarmış. Dikkatlice üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş. Kavanozda taş parçaları için yer kalmayınca sormuş:

-Kavanoz doldu mu?

Sınıftaki herkes “Evet doldu” cevabını vermiş.

“Demek doldu ha” demiş Hoca

Hemen eğilip, torbadan bir miktar küçük çakıl taşı çıkarmış, kavanozun tepesine dökmüş. Kavanozu eline alıp sallamış. Küçük parçalar, büyük taşların sağına, soluna yerleşmişler.

Yeniden sormuş öğrencilerine :

“Kavanoz doldu mu?”

İşin sanıldığı kadar basit olmadığını kavrayan öğrenciler:

” Hayır tam da dolmuş sayılmaz “ demişler.

“Aferin” demiş Hoca.

Bu kez de, masanın altındaki bir torbanın içinden kum çıkarmış. Kumu, taş parçaları ve küçük çakıl taşlarının arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş ve sormuş yeniden.

” Kavanoz doldu mu?”

” Hayır dolmadı” diye bağırmış öğrenciler.

Yine “Aferin” demiş hoca.

Bir sürahi su çıkarıp, kavanozun içine dökmeye başlamış.

Sormuş sonra:

“Bu gördüklerinizden ne çıkardınız?”

Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış:

” Şu dersi çıkardım. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz.”

” O da doğru ama” demiş hoca, ama çıkarılması gereken asıl ders şu:

Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanozun içine koymazsanız, daha sonra asla koyamazsınız…”

Ve ardından herkesin kendi kendine sorması gereken soruyu sormuş:

“Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri? Onları ilk iş olarak kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu çakıl taşları, kumlar ve suyla doldurup; büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?”

İşte böyle…..

Bu yazıda burada bitti.

Gündemin kovid movid, pandemi mandemi, kriz miriz olduğu şu günlerde; yüzünüzde bir tebessüm oluştuysa; amacıma ulaşmış sayılırım…

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.