Tarih. Çok geniş bir alan değil mi? Bugün sizlere biraz mesleki bir feryadımı anlatacağım. Sorunumuz şu: Tarih neden herkesin bu kadar ağzında ve ilgisinde? Her duyduğumuza niye inanıyoruz?
Tarih “BİLİMİNİ” mesleki olarak icra etmeyen herkesin farkında olmadığı bir durum var ki o da tekrardan vurgulayacağım gibi tarihin bir “BİLİM” olduğu. Neden ve nasıl bilim olduğu bu yazımın konusu değil.
Her insanın bir birey olarak bir inandığı bazı mefhumlar vardır. İşte o inandığımız mefhumlar bizi tarihte yanlışa sürüklüyor. Yeri geliyor bir padişahın veya reis-i cumhurun yaptığı bir eylemi -yaptığı bir devlet işi veyahut özel hayatından kesit- kafamızdaki değer algılarımızdan dolayı sanki çok haddimizmiş gibi BEĞENMİYOR ve üç maymunu oynuyoruz. “Aman sen de naptın, padişahımız hiç içki içer mi?” ya da “Yok daha neler hain adam, paşam böyle bir insan değil!” gibi argümanları vardır bu insanların. Gerçek olan bilgi, fikir dünyamızla örtüşmeyince bahane üretmekte uzman oluyoruz. Karşımızdaki insanın sorgulayıcı kişiliğini takdir edip (!) tarihî vesika gösterdiğimiz zaman ise “Ya yanlış yazmışlarsa?” diye karşı argüman sunulunca çıldırmamak elde değil. Oldu o zaman bütün Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ni, araştırma eserlerini, seyahatnâmeleri, hatıratları (kaldı kimetodolojik olarak seyahatnâmelerin ve hatıratların da [kim yazarsa yazsın] titizlikle incelenip gerçekle örtüşüp örtüşmediği netleştirilmelidir) ve daha birçok kaynağı komple sobaya atalım bari.
Şimdilerde de “İngiltere’nin yazdığı tarih kitapları” pek bir meşhur ve nedense herkes satır satır okumuş. Bu alanda uzman kişilerden (!) de okuma listesi talep etmekteyim, umarım cehaletimi mazur görürler. Yine ve yine beğenemediğimiz bilgilere bu yaftalamayı yapıştırarak kabiliyetli bir manevra yapmak kişisel tatminimizi doyurmakta değil mi?
Tamam, cumhuriyetimizin ilk yıllarında tıpkı her yeni rejim veya hanedanın yaptığı gibi geçmiş kötülenmiştir ve bu “reddimiras” oldukça doğaldır. Bu onların “eski kötüydü ki biz geldik” deme şeklidir. Yoksa “madem eskiden tıkır tıkır işleyen bir sistem vardı, o zaman neden siz geldiniz?” diye sormazlar mı? Kaldı ki cumhuriyetimizin ilk yılları Osmanlı Tarihi’nde hâlâ başucu kaynaklarımızdan birisi olan rahmetli Ordinaryüs Profesör Doktor İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve rahmetli Ordinaryüs Profesör Doktor Mehmet Fuat Köprülü gibi isimleri önemli görevlere de getirmişlerdir. Yani anlayacağınız tahayyülünüzdeki bu tarz “İngiliz kitapları” ne yazık ki mevcut değil.
Her zaman da kesin algılarımız vardır. Her insanın iç dünyası oldukça karmaşıktır, bunlara tarihsel kişilikler de dahil olmak üzere. “Hain” damgası belki de ülkede en kolay vurulan damgadır. Hain, hain, hain ne çok hain var. Bir de hep dış mihraklar bizle uğraşıyor. Ama kimse iç mihraklardan bahsetmez. Kimse Mehmed Said Halet Efendi’yi bilmez ama İngiliz generallerini ezbere bilirler. Yıllardır emin olduğum husus, Türkiye bazında bir geri kalma ya da acizlik durumundan bahsedecek olursak bunun müsebbibi içimizdeki işbilmez, ehliyetsiz ve cahil kimselerdir. Siz damgayı vurmadan söyleyeyim, hain demiyorum işbilmez diyorum. Bu sadece bir kişi ile de sınırlı değildir, bir toplumun belleğini de işin içine dahil ediyorum. Örnek vereyim de daha iyi anlaşılsın, Osmanlı Devleti’nde 1834’e kadar “müslüman askerler gayrimüslim askere selam vermez” gibi bir inanıştan dolayı “Çavuş” rütbesinden daha üst bir rütbe Osmanlı ordusunu ıslah etmesi için getiriLEMEDİ ve haliyle istenilen ıslah başarısı sağlanamadı. Bu çıkışımdan beni Osmanlı aleyhtarı da zannetmeyin, ben sadece doğru olduğunu düşündüğüm spekülasyonlarımı dile getiriyorum. Eleştiri olmadan ilerleme olmaz.
Bir başka algı da “Tarihi kazananlar yazar” sloganıdır. Dönemden döneme göre değişir. Eskilerde (çok farazi bir tabir oldu mazur görün) bir kimse özel bir talep üzerine veya kendi isteğiyle olan olayları kaleme aldığı yazıları genellikle hükümdara ya da devletin ikinci adamına sunarak bahşiş almak için yazar ve günün sonunda da oldukça yüklü miktarda bahşiş alarak amacına ulaşır. Böyle bir eserde bahsedilen kişi veya kişiler eseri sunacağı hükümdâr ile yakın bağlantıları varsa kötü bir yorumda bulunabileceğini zannetmiyorum. Layiha dediğimiz Osmanlı Devleti’nin ıslahı için yazılan raporlar ise yine ya özel talep ya da kişinin kendi isteği üzerine yazılmış olduklarından sert tespitler görmek mümkün oluyor. Yani demek istediğim bu paragrafta anlattıklarım eserin türünden türüne göre değişebilecek bir konu. Bunların da analizinin çok iyi yapılması lazım. Sloganımızdaki mevcudiyet ise tarihi yazan devletle ilgilidir. Mesela Mohaç Meydan Muharebesi’ni duymayan yoktur. I. Süleyman’ın iki saatte Macar ordusunu dümdüz ettiği yürek kabartan savaşı ballandıra ballandıra anlatmaktan kendimizi alamayız. Peki daha önce hiç II. Mohaç diye bir savaşı duydunuz mu? Adeta Osmanlı’nın yerden yere vurulduğu bu savaş neredeyse hiç bilinmeyen bir savaştır. Sadece 1683-1699 arası yapılan 15 meydan muharebesinin 12 tanesinde -ki bu savaşların sonuncusu olan Zenta Muharebesi kötü durumu Karlofça Antlaşması’na kadar götüren savaştır(Karlofça’nın Osmanlılar üzerinde pek de yıkıcı etkisi olmasa da konumuz bu değil)-Osmanlılar perişan olmuşlardır. Duymamış olmanız gayet çünkü bu tarz mağlubiyetler Osmanlı kroniklerinde de bahsedilmesi tercih edilmeyip üstü kapatılır. Örneğin herhangi bir kale alınamadığında “fethi müyesser olmayıp” diyerek konuya devam ederler. Bu noktada ne yapacağız? Hiç savaş kaybetmemiş gibi zannetmeyi gerçeğe tercih mi edelim?
İşin özü, merak etmeyin. Tarih çalışmalarında da çoğu dönemde yavaş yavaş araştırılacak konular tükenmekte. Mesela sizin “Kuruluş” olarak bildiğiniz ama bizim genellikle “Erken Dönem” olarak adlandırdığımız Osmanlılar’ı hakkında artık çok nadir yeni bilgiler üretilmekte. Keza Selçuklular için de bu geçerli. Siyasî tarihten artık daha fazla ekmek yenilemeyecek gibi gözüküyor. O yüzden müsterih olun. Zaten artık kuru siyasî tarihin bir ehemmiyeti kalmayıp Annales ekolüyle birlikte tarih anlayışının, duygusal olanı bir kenara itip(büyük ve ihtişamlı zaferler ile övünmek örnek olabilir) ve olayların basit bir muhasebesinin çıkarılmasının yerine problemi ortaya koyup çözmeye, yüzeysel olanı görmezden gelip ekonomi, toplum ve medeniyetin uzun ve orta vadeli gelişimini gözlemlemeye çalışmak tarih bilimini çok ama çok daha yararlı bir alan yapmaktadır.
Unutmadan Lozan’ın gizli maddelerine ne oldu bileniniz var mı? En son 2023 yılında gizli maddeler ortaya çıkacaktı hani? Ne kadar gizliyse artık kimse bulamıyor. Vaadedilen tarihten neredeyse iki yıl geçecek ama ortalıkta tek bir kelime bile yok! 2020’li yılların bu popüler algısı da yine kendi kendini yiyip bitirdi.
Elbette daha ulaşılamayan arşiv belgeleri mevcut. Çünkü Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yaklaşık olarak yüz milyon (100.000.000) belge var ve tahmin edeceğiniz üzere bunların hepsine vâkıf değiliz. Yani daha kimsenin görmediği evraktan böyle ithamlarda bulunmak oldukça yersiz.
Yüz milyonu daha iyi anlayabilmeniz için ufak bir hesaplama yapalım. Tüm belgelerin A4 formatında olduğu senaryoda (ki bazı belgeler ebat olarak kimisi A4’ten daha büyük kimisi dedaha küçük olduğundan ortalama olarak farzedelim) tüm belgeleri üst üste koyarsak yaklaşık 10 kilometre kadar devasa bir uzunluk olacaktır. 10 kilometre hemen hemen 27 Çamlıca Kulesi’ne, 149 Galata Kulesi’ne ve yüzölçümü olarak bütün belgelerden bir alan oluştursak Büyükçekmece ilçesinden %15 civarı daha büyük bir alana tekabül edecektir. Bir de İsmet İnönü’nün Bulgaristan’a sattığı belgeler var. Instagram, X, Facebook, TikTok gibi sosyal mecralardaki kulaktan dolma bilgilerle tarih bilginizi zehirlememenizi içten dileklerimle temenni ederim. Yine sosyal medyada belli bir kesimin sıkça önüne düşen bu bilginin sorumlusu İsmet İnönü değildir. Görevli şahısların sorumsuzluğu, dikkatsizliği yüzünden vuku bulan olayda belgelerin gerçekten birçoğunun suretini elde ettik ve bu sayede Devlet Arşivleri gibi bir kurumun ihtiyacı farkedildi. Olayı bir başka yazımda kaleme almayı siz okurlarıma vaadediyorum. Her ne kadar son zamanlarda meşguliyetimden dolayı sizlerle çok sık yazılarımda görüşemesekte bunun tersine döneceğini ümit ediyorum.
Bunların dışında tarih dediğimiz bilim bazı konularda kaynak yetersizliğinden spekülasyonlara maruz kalabiliyor. Bu da konuya göre de tarihçiden tarihçiye değişebilmekte. İnsanlar ise yekpare bir gerçeklik beklerken farklı görüşlerin mevcudiyetini algılayamayıp güvendikleri kişilerin yorumlarını benimsemeyi tercih ediyor. Bu konudaki düşüncelerimi “Başkasının Fikrine Katlanma(k): Herkes Aynı Fikirde Olsaydı Ne Olurdu?” isimli yazımda belirttiğimden tekrardan burada anlatmayacağım ama kısaca ideolojisine yakın olan kişilere inanç duyulmasının çok daha kolay olduğundan manipülasyona açık hâle gelmenin olumsuz etkileri olduğunu belirtmek isterim.
Ayrıca neden herkes tarih sevsin ki? Bu soruyu bir bilgi birikimine çok saygı duyduğum akademisyenim sormuştu ve oldukça mantıklı gelmişti. Bu işi “profesyonelce” yapan kimi kesimin arasında da “tarihi sevdirmek” çok büyük bir dert. Neden? Neden avam kesim tarihi sevmek zorunda olsun? Popüler tarih yazımının hoşumuza giden fikirlerimizi besleyen “aburcuburlar” olduğunu düşünmekteyim. Muhakkak yararlısı da vardır, ama yanlış yönlendirmeye de oldukça açık bir alan. Madem ideolojinizi desteklemek için ya da bilgi birikiminizi geliştirmek için tarihe başvurmakta bu kadar hevesliyseniz neden akademik çalışmalardan faydalanmıyorsunuz? Kolaya kaçmak çok kolay. Tamam akademik çalışmaların bazıları sıkıcı olabiliyor ama bu işin kolay olacağını söyleyen kimse de olmadı zaten. Yapılacaksa dahi bu işin amacına uygun bir şekilde olması lazım. Ama halkımız bir kitap okur okumaz kendini çok bilgili zannettiğinden başka hiçbir eser okumaya lüzum görmüyor. Magazinsel ve manşet olana duyulan istek, arkaplandaki birçok nüansın da kaçırılmasına sebep oluyor. Tarihsel bir dedikoduyu dinlemeyi kim sevmez? Akılda tutulması kolay satrî başlıklar her zaman zihinlerde daha fazla yer tutmuştur.
Nasıl ki doktorların tıp bilimini, kimyagerler kimya bilimini veya sosyologlar sosyolojiyi sevdirmeye çalışmıyorlarsa tarihçiler neden tarihi sevdirmek zorunda olsun? Aslında bu sorunun cevabı aynı zamanda ilk ve ortaöğretimde neden tarih dersi gördüğümüzün de cevabı. Hatta üniversitelerde verilen akademik tarih neden öğretiliyor onun da cevabı. Çok basit. Geçmiş yüzyıllarda “millet” denilen toplumu bir arada tutmak için “din” nasıl önplandaysa bugün de “tarih” din kadar olamasa da ona benzer bir konumdadır.
Her yeni modern devlet, ortak bir kimlik oluşturmak için ilk iş tarihlerine sarılır. Kurmaca metinler, absürt destanlar gibi metinlerin sadece tek amacı, yönetmek istediği milleti cezbedip bu büyülü fikre katılmalarını sağlamaktır. Gerçeğin hiç önemi yoktur, yeter ki plan işlesin. Bugün ilk, orta ve yükseköğretimde tarih eğitiminin verilmesi hiç de masum olmayıp gerekçelerinden birisi de budur. Yalan yok, bu sistem küçük yaşlarımda beni de etkilemişti. İşin içine girdikçe girilmez bir gayya kuyusu ve öğrendiğim bazı bilgilerin çok farklı olduğunu keşfetmem ise en büyük mutluluğum oldu. Sürekli araştıracak yeni konular ve cahili olduğum dönemler. Kendi açımdan ağız sulandırıcı. Toplumumuzsa her şeyi bilir. Sokaktaki herhangi birisi vahiy inmişçesine tarih bilir. Ne de eğitimli bir toplumuz (!) gurur duymamak elde değil.
Hele tarihî dizilere ise hiç girmeyeceğim. Olmayan portreler yine insanların tatminini okşamakta. Hoşlarına gidiyor. Çok da izleniyor. Önünü alabilmek ya da adamakıllı yapılması mümkün olsa. Hiçbirini izlemeyin, en kısa önerim bu. İlle de izleyecekseniz sadece atmosferi için izleyin en azından. Olur mu?
Her şeye rağmen kendi açımdan herkesin ağzında olan bir mefhumu profesyonelce icra etmek oldukça mutluluk verici ve elit bir olay. Sevdiğim işi yapmanın verdiği keyif ve haz gerçekten de beni teşvik ediyor. İlaveten çeşitli yayın organlarından kendi çapımdaki kitleye ulaşabilmenin, o kaleme sahip olabilmenin bu yaşımda bile hissettirdiği güç tarif edilemez. Ama maalesef insanların gözündeki “tarihçi” ise adeta bir teyit mekanizmasıdır. Tarih öğrencisi olduğumu öğrenen kimseler bana öğrendikleri bilgiyi söyleyip benden onay bekliyorlar. Burada amaçlarının gerçeğe ulaşma arzularından ziyade kişisel egolarını tatmin etmek olduğunu düşünüyorum. O mecliste o kişi, bilgili gözükmek maksadıyla “tarihçi”yi kullanmakta. Bir akademisyenim bu tarz boş safsatalardan oldukça bunalmış olacak ki -popüler olmasına rağmen- bir ortamda mesleği sorulduğu zaman kendisini “oto-yıkamacı” diye tanıtarak bu can sıkıcı diyaloglardan ustaca sıyrılıyormuş. Fazlasıyla zekice.
Akademik tarihçilik emin olun çok farklı. Bir taştaki yazıyı nasıl okursun? Nümizmatik meseleleri nasıl değerlendirirsin? Bir kağıdı eline aldığında paleografik ve diplomatik yönden nasıl bakarsın? Tarihlendirmeyi nasıl yaparsın? Bu bilimdir. Tarihi diğer sosyal bilimlerin içinde, hatta doğa bilimleri gibi pekinliği, kesinliği olan bir bilimdir. Çünkü bu kağıt böyle okunur. Cinsi böyle bir kağıttır. Yazı bununla yazılmıştır. Üstünde posta pulu olduğu ve tarih damgası olduğuna göre tarih bellidir dersin. 90’lı yıllarda Türkler şu işlerle uğraşmışlar, sonucunu çıkarırsın. İşte bu kesin bir şeydir, pekindir. Sosyolojinin, iktisadın yöntemlerinden çok daha keskin olduğu açıktır. Fakat tarihçilik bu kadar değildir. Ondan sonra az önce de bahsettiğim gibi bir spekülasyon safhası vardır ki bu sanatçılıktır. Belirgin bir şekilde, abartma ve yalana sapmadan yorumlama meselesidir. Dolayısıyla bu, tarihçide bir yerden sonra bir sanatçılık vasfı olduğunu gösterir.
Emil Droysen’in de çok güzel söylediği gibi;
tarih bilim değildir, bilimin de üstünde bir şeydir…