İdam Edilen İlk Şeyhülislâm: IV. Murad, Ahîzâde Hüseyin Efendi’yi Niye İdam Ettirdi?

Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislâm, direkt olarak devletin yönetim mekanizması olan Dîvân-ı Hümâyun’un asli üyelerinden biri olmasa da İlmiye Teşkilatı’nın başı olarak önemli bir pozisyondadır. İlk olarak ise 1424-25 yılında[1] mütevazi bir fetva makamı olarak ortaya çıktığı ise tarihçiler arasında genel kabule varmıştır. Oldukça erken bir dönemde kazaserlik kurulup üstüne Bursa kadılığı mevcutken ilaveten müftülük makamının teşekkülü ise bunun ideolojik gerekçeler sebebiyle ortaya çıktığı konusunda hemfikirlikmevcuttur[2]. 15. yüzyılın tanınmış isimleri olan Molla Fenârî, Molla Hüsrev, Molla Gürânî gibi isimler hakkında devrin kronikleri tarafından “şeyhülislâm” diye bahsedilmez. Bu durum,müftünün fetva verme yetkisine sahip olmasının, belirli bir şahısla sınırlı olduğunu ve o kişinin unvanıyla değil, yaptığı işle tanındığını ortaya koyuyor. Yani müftülük makamı kişiye bağlı olarak bir unvan değil, bir yetki ve görevdir. Ta ki II. Mehmed’in(Fatih Sultan Mehmed) Karamanî Mehmed Paşa’ya hazırlattığı Kanûnnâme-i Âl-i Osman’da şeyhülislâmın ulema reisi sayılmasıyla unvan, resmî bir nitelik kazanasıya kadar bu fetva çarkı zikrettiğimiz şekilde dönmekteydi[3]. 

İlerleyen zamanlarda II. Bayezid ve I. Selim(Yavuz) dönemlerinde şeyhülislâmlık iyice önem kazanarak yeni sorumluluklar verilmiştir. Örnek olarak II. Bayezid, İstanbul’da inşa ettirdiği medresede şeyhülislâmların ders vermesini ders koymuştur. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu'nda şeyhülislâmlar giderek artan idarî görevlerle donatılmış, yüzyılın sonunda ise devletin siyasi kararlarında vezîriâzamlarla aynı derecede etkin bir rol üstlenmeye başlamışlardı. 17. yüzyılda ise devlet teşkilâtı ve saltanat kurumunda meydana gelen değişiklikler ve zayıflamalar, ilmiye sınıfını ve şeyhülislâmlık makamını derinden etkiledi. Bu dönemde Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Efendi, ulemâ hiyerarşisini koruma ve atamalar üzerindeki yetkisini muhafaza etme mücadelesi verdi. Onun bu yetki konusunda vezirlerle girdiği tartışmalar, yeni bir dönüşümün habercisi olarak kabul edildi. Bu süreç, vezîriâzam ile şeyhülislâm arasında yetki çatışmalarının zaman içinde şiddetlenmesine neden oldu. Askerî zümrelerin iktidarda güçlü bir konumda olduğu ve padişahların tahttan indirildiği bu dönemlerde, şeyhülislâmların durumu giderek farklılaştı. 18. yüzyılın başlarında, 1703 ve 1730 isyanlarında şeyhülislâmların siyasete müdahil olması, kurumun önemli bir itibar kaybı yaşamasına yol açtı. 19. yüzyılda II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdığı hadise olarak bildiğimiz 1826 yılında gerçekleşenVak‘a-i Hayriyye’den(Hayırlı olay)sonra, şeyhülislâmın ve ilmiye sınıfının gücü azalmaya başladı. Tanzimat dönemi ve II. Meşrutiyet’in ardından ise bu durum daha da belirgin hale geldi[4]. 

Şeyhülislâmlık makamının tarihsel sürecini özetlemeye çalıştıktan sonra kısaca görevlerinden de bahsedelim. Hanefî fıkhına göre(Fetvaların giriş kısmında “Bu mesele beyanında eimme-i Hanefiyye’den cevap ne veçhiledir ki” formülü yer alır). Bu fetvalar, mahkemelerde davalı ya da davacı tarafından sunulduğu zaman çok etkili rol oynamaktadır. Hal’(padişahın tahttan indirilmesi),umumi(gündelik yaşantı) ve dinî konulardaki bazı anlaşmazlıkları çözümlendiren fetvalar yazmaktadırlar. İlerleyen yüzyıllarda Şevval tevcihâtında(memur atamaları) sadrazamın da danıştığı bir makam olarak nüfuzu ilerlemiştir. 

Padişahlar da şeyhülislâma doğrudan Beyaz Üzerine Hatt-ı Hümâyûn(Osmanlı Diplomasisi’nde padişaha ait olan ve arz veya telhis olmaksızın kendi isteği üzerine verdiği emirlerin olduğu belge türü) yazdığı zaman elkab(lakab) olarak diğer devlet görevlilerine ya da kimselere kıyasla fazlasıyla sade ve hürmetkâr bir şekilde “Şeyhülislâm Efendi” , “Üstadım FeyzullahEfendi[5]” gibi kalıplar kullanılırdı.[6] Kıyaslama yapmanız açısından sadrazamın takdire şayan bir iş yapması durumunda hil’at giydirileceğini bildiren hatt-ı hümâyûndaki örnek bir elkabı veriyorum. “Sen ki vezîr-i âzam-ı sütûde-şiyem ve vekîl-i mutlak-ı sadakat-alemimsin[7].” 

Şeyhülislâmlık makamı hakkında verebileceğimiz özet bilgilerden sonra IV. Murad hakkında kısaca bilgi vermekte fayda görüyorum. Birçoğumuzun bildiği gibi IV. Murad sert, hiddetli, güçlü ve kudretli yapısıyla bilinir. Yaptığı işlerde ve davranışlarından ortaya çıkarılmış klasik bir yorumdur. Misal de vermek gerekirse Sultan İbrahim’in başına gelen bir durumu sizlere aktarıyorum. 

“Sen ki vezir-i azamımsın, dünkü gün hatt-ı şerifim vardıkdadefterdâratenbihedesundeyuemr ittim. İstavroz'daki(Beylerbeyi) oturduğum tahtaların makatları ve yasdıkları köhne olmuştur. Ben şikara teveccüh iderimdidim. Gelsun ölçüsünü alsundöşesundidim. Asla sözüm eslenmedi(önemsenmedi). Ben padişah değil miyim! Benden korkmaz mı! Kendi bilur. Öbürüsünden(IV. Murad) nice havf ederlerdi(korkarlardı). Bizi şikarda bilsin(değerli görsün). Hemen tenbih eyle. Biz gelence döşesun. Şöyle bilesin.[8]” 

Gördüğünüz üzere Sultan İbrahim sadece yastıkların değiştirilmesi gibi basit bir iş istemesine rağmen bu isteği yerine getirilmemiştir. Kendisinin selefi ve abisi IV.Murad’ın ne derece korkulu olduğundan kendisinin de haberi vardı. Bu arşiv belgesindeki ibare bile bunun göstergesidir. 

Gelelim başlıkta zikrettiğimiz olayın gerçekleşmesine. Bakalım Osmanlı’da ilk idam edilen Şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi hangi gerekçeyle idam edilmiş? 

Her şeyhülislâm gibi Hüseyin Efendi’de çeşitli medreselerde müderrislik yaptıktan sonra çeşitli kadılık makamlarında görev almıştır. Bursa kadılığı, üç kere İstanbul kadılığı, iki kere Anadolu ve üç kere de Rumeli kazaskerliği yaptıktan sonra 1632 yılındaki sipahilerin ayaklandığı ve sonucunda Hâfız Ahmed Paşa’nın idamı ile sonuçlanan iç karışıklıklar sırasında Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi yerine göreve getirildi. 

Dönemin tarihçisi Solakzâde, Ahîzâde Hüseyin Efendi’nin iki yıla yakın görev süresince padişahın temayülüneuygun(onun lehine ve istekleri doğrultusunda) fetvalar verdiğini belirterek onu eleştirir[9]. Örnek olarak ise sigara yasağı konusundaki fetvasını buna misal gösterir. Evet, IV. Murad’ın meşhur tütün yasağı fermanının fetvasını yine Ahîzâde Hüseyin Efendi vermiştir. O fermanda da açıkça söylemek gerekir ki padişah, halkının tütün meretinden kurtulmasını gönülden dilemiş olduğundan değil, İstanbul’da durmadan çıkan yangınlara bir önlem amacıyla tamamen pragmatik gerekçelerle bu ferman hazırlanmıştır. 

Konumuza dönelim. 

IV. Murad, Ahîzâde’nin şeyhülislâmlığı esnasında Bursa’ya giderken halkın şikayeti üzerine hiçbir soruşturma yapmadan İznik kadısını idam ettirdi. Padişahın bu hareketiniAhîzâde, ilmiyeye ve hukuka ağır bir darbe olarak yorumlayarak Valide Kösem Sultan’a bir tezkire yolladı. Mezkur tezkire ise şu şekildedir: “Âlimler ve kadılar, kendilerine riayet edilmesi vâcip ve himayeleri icap eden duacıları olup pâdişâh hazretleri anlar(onlar) hakkında güzel muamele buyurup, ruh öldürme gibi hallerin zuhur etmesi ve ecdad-ı kiramlarının (büyük dedelerinin) etmediği işlerden kendilerinin dahi çekinmemeleri münasip değildir. Kendilerini bedduadan sakınuruz. Ümit ederiz ki sîzler kendilerine nasihat buyurup, Ulemâ zümresinin hayır duasını alasız. Zira, henüz âlemin karma karışıklığı parlamağa yüz tutmuşken, dedikoduya sebep olacak ahvalden, pâdişâh hazretlerini koruruz.[10]” 

Diğer taraftan ise şeyhülislâmın hasımları ise onun padişahı hal’(tahttan indirmek) için gizli görüşmeler gerçekleştirdiğini öne sürüyordu. “Müfti, İznik kadısı vakasını söyleşip, cülûs ettirmek için (güya(Naîmâ bu “güya ibaresini kendisi eklemektedir)) ulemâ ile anlaşma toplantısı idi.[11]” Bu sözlere sarfeden hasımları yine Naîmâ’nın aktardığına göre “Ne dururlar? Pâdişâha haber etsünler! Müfti toplantı yapıp ulemâ ile birlik oldu. Cülûs etseler gerektir![12]” diyerek ortalığı karıştırmışlardır. Valide Kösem Sultan ise “acele”yle oğlu IV. Murad’a şeyhülislâmın kendisine yolladığı tezkireyi yollayarak İstanbul’a gelip durumu halletmesi gerektiğini söyler. IV. Murad ise Bursa’ya gitmekten vazgeçip süratle İstanbul’a vardı. Zaten yukarıda da zikrettiğimiz gibi iç karışıklık sırasında asker zoruyla getirilmiş olmasından ve özellikle göreve gelirken IV. Murad’ın kardeşlerini öldürmeyeceğine dair verdiği sözler yüzünden padişah, Hüseyin Efendi’ye içten içe gücenikti[13]. İstanbul’a varan IV. Murad, Şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi ve oğlu İstanbul kadısı Seyid Mehmed Çelebi’yi Kıbrıs’a sürgünü fermanla emretti. Bostancıbaşı akşam üzeri vaktinde Hüseyin Efendi’yi ve oğlunu evinden alıp kayığa bindirerek sürgünü icra etti. Kızgınlığı ve öfkesi bir türlü dinmek bilmeyen IV. Murad dayanamayarak Bostancıbaşı’yı arkasından yollayarak “Eğer boğazdan dışarı çıkmış iseler üstüne düşmeyip geri dönesin, eğer boğazdan içeride yetişirsen idam edesin![14] diyerek tenbihledi. Oğlu Seyid Mehmed Çelebi boğazı geçtiği için kurtulsa da babasının akıbeti aynı şekilde olmadı. Gemiden alınan Hüseyin Efendi, Büyükçekmece civarına(Yeşilköy-Ayastefanos) getirildi. IV. Murad’ın kendisi de o bölgeye yetişerek idam emrini tekrarladı. Orada bir yeniçerinin evine giren Hüseyin Efendi, namazını kılıp duasını ve vasiyetini yaptıktan sonra kemerle idam edildi. Cesedinin bulunmaması içinsahile gömüldü[15]. 

Osmanlı Devleti’nde bu zamana kadar eşi benzeri görülmemiş bu olaylailk defa bir şeyhülislâm idam edilmişti. Osmanlı geleneğinde ilmiye sınıfına verilen en ağır ceza sürgün cezasıydı. Kaldı ki ilk azledilen şeyhülislâm da devletin ömrünü hesaba kattığımızda oldukça geç bir tarihte azledilmiştir, I. Süleyman(Kanunî) döneminde sapkın görüşleri yüzünden azledilen Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi 1541’de azledilmiştir. Belki onu da bir başka yazımızda kaleme alırız. 

 

Dipnotlar 

[1]İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt V, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1971, s. 110. 

[2]EkremKaydu, Osmanlı Devletinde Şeyhülislâmlık Müessesesinin Ortaya Çıkışı, İİFD sy. 2, 1977, s. 201-209. 

[3]Fatih Sultan Mehmed, Kanûnnâme-i Âl-i Osman (nşr. Abdülkadir Özcan),İstanbul, 2003, s. 5, 22. 

[4]İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1965, ,s.181-217. 

[5]II. Mustafa’nın hocası Feyzullah Efendi’ye yazdığı beyaz üzerine hatt-ı hümâyûndakielkab: TSMA, nr. 6110, vr. 29a. 

[6]Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili(Diplomatik),Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 175-178. 

[7]II. Mahmud’un kapıkulunun ulûfelerinin zamanında ödenmesinden dolayı sadrazama kürk ve hançer gönderdiğini bildiren hatt-ı hümâyûnu: HH., nr. 51099. 

[8]BOA, TSMA.E.0801/1. 

[9]Solakzâde Mehmed Hemdemî, Târih, İstanbul, s. 753. 

[10]Naîmâ Mustafa Efendi, Târih, Cilt III, İstanbul, s. 194. 

[11]Naîmâ Mustafa Efendi, a.g.e., s. 195. 

[12]Naîmâ Mustafa Efendi, a.g.e., s. 195. 

[13]Naîmâ Mustafa Efendi, a.g.e., s. 196. 

[14]Naîmâ Mustafa Efendi, a.g.e., s. 197. 

[15]Naîmâ Mustafa Efendi, a.g.e., s. 198.