İktidara Karşı Gelmek: Osmanlı’da Darbe ve İsyan Geleneği

Öncelikle “ihtilal” ve “darbe” kelimelerini doğru analiz etmek gerekir. İhtilal, silahlı halk hareketini tanımlarken darbe ise bir grup veyahut örgüt desteğiyle yapılan yönetim değişikliğidir. Keza 1789’daki Bourbon hanedanlığına karşı yapılan halk devriminin sonucu Birinci Fransız Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açan “Fransız İhtilali”nin neden bu isimle anlamlandırılığını da açıklamakta. Gerçi bu olaydan 15 yıl kadar kısa bir süre sonra cumhuriyetçi generallerin çoğu sahneden çekilince NapoléonBonaparte’ın kendisini “imparator” olarak ilan etmesiyle[1] bu “demokrasi” ve “özgürlük” nidalarıyla amacına nasıl da modern şekilde ulaştığının göstergesidir(!). 

Anadolu topraklarında yani Türkiye’de ise bu durum biraz daha eski ve daha farklı bir tanımla açıklanabiliyor: isyan. Mevcut iktidarı yani padişahı devirmenin başlangıç fitili bu isyanlardı. Osmanlı’da ilk isyan Fatih Sultan (II.) Mehmed’in ilk hükümdarlığındaki 1446 yılındaki Buçuktepeİsyanı’dır[2] ve bu tarihten sonra neredeyse isyanlarla uğraşmayan padişah yok gibidir.  

Genel olarak hanedana baktığımız zaman 36 padişahın tam tamına 1/3 oranla 12 tanesi darbeyle iktidarlarından olmuşlardır. Bu inanılmaz istatistik, portrenin ne derece içler kapatıcı olduğunu yansıtmakta. Kronolojik şekilde sıralayacak olursak darbe ve isyanlarla saltanatlarını kaybeden padişahlar şu isimlerdir: II. Bayezid, II. Osman, I. Musafa, Sultan İbrahim, IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, III. Selim, IV. Mustafa, Sultan Abdülaziz, V. Murad ve II. Abdülhamid’dir. 

Aslında şöyle bir tanımlama okuyucuda daha iyi bir temellendirmeye yol açabilir: İsyan süreç, darbe ise sonuçtur. Fakat oldukça genel ve çetrefilli olan bu konuya böyle bir genelleme yapmak da her isyanın ya da darbenin temelini açıklamaz. Elbette 600 yıllık bir devlette elbette geçen zaman içerisinde bazı kavramların anlamı ya da süreci ifade etmesi açısından literatür değişecektir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine rahatlıkla günümüzdeki “darbe” kelimesi yakıştırılabilirken III. Ahmed için sarfettiğimiz “darbe” isyanın sonucudur. Fakat işin lamı cimi bir kenara sonuç itibariyle hal’ dediğimiz tahttan indirilme olayı öyle ya da böyle gerçekleşmiştir. 

Bunların yanında başarılı olanların dışında bir o kadar da, hatta belki de daha fazla başarısız olan isyanlar ve darbe girişimleri var. CanberdiGazâlî İsyanı, Çırağan Baskını gibi örnekler çoğaltılabilir. Elbette bunları tetikleyen birçok ana unsur var. İdarî sistemden, enflasyona; para tağşişlerinden, bitmek bilmeyen savaşlara… Bazen de dinî ayrışmalardan gerçekleşen isyanlar da mümkündü. Neticede “imparatorluk” mefhumunun olduğu devletlerde bu tarz mezhep ya da din üzerinden gerçekleşen krizlerin çıkması mümkündür. Her isyan bazı konularda ortak nedenler barındırırken kuşkusuz nevi şahıslarına münhasır spesifik gerekçeleri de mevcuttur. Mesela 17 ve 18. yüzyıllardaki isyanlarda asayiş, ekonomi gibi temel problemler ortak olurken Ocak 1524’te Mısır’da isyan eden ve “el-Melik Mansur” unvanını kendisine yakıştıran Muhteşem (I.) Süleyman’ın Belgrad kuşatmasıyla Pîrî Mehmed Paşa’nın azli arasındaki süreçte vezir olan (daha sonra ikinci vezirliğe kadar yükselecektir) (Hain) Ahmed Paşa ise sadaret mührünün kendisi yerine “devşirme” diye hor gördüğü Makbul İbrahim Paşa’ya adeta bahşedilmesinden oldukça rahatsızlık duyarak kişisel sebeplerle isyan etmiştir[3]. Bir başka örnek ise aklî durumu sır olmayan I. Mustafa’nın devlet yönetimindeki yeterliliğinin sorgulanmasından dolayı gerçekleşmiştir[4]. 

Peki neden bu kadar çok isyan patlak verdi? Elbette yine ve yine sıklıkla tekrar ettiğim ve edeceğim gibi çok fazla nedeni var. Ancak taşrada başlayan isyanları bir kenarda tutarsak bu soruya güçlü bir yanıt bulabilmek de bir o kadar mümkünleşir. Osmanlı Devleti’nin payitahtı olan İstanbul’da merkezî bir ordunun varlığı bu isyanları da bir o kadar mümkünleştirir. Merkezî ordunun muharebelerde belli bir döneme kadarki ezici üstünlüğü dönemin bilginlerince de kabul görmüş bir durum[5].15. yüzyılda merkezî iktidarın güçlenmesiyle doğru orantıda palazlanan ve öngörülmesi zor olmayan şekilde istikrarlı bir çizgi takip ederek büyüyen Osmanlı ulufeli ordusunun mevcudu, 16. yüzyılın son çeyreğinde belki de eşi benzerine zor rastlanan bir sıçramaya tanıklık etti. Kapıkulu dediğimiz bu ordunun yerleşkesi zikrettiğimiz gibi İstanbul’dur. Bu denli artışı ufak bir tabloyla okuyucuda pekiştirmeye çalışalım. 

Tablo 1: Osmanlı Merkezî Birlik(Kapıkulu) Mevcutlarının Toplamı (1512-1568)(Hesaplamaya Yeniçeriler, Kapıkulu Süvarisi, Cebeciler, Topçular, Top Arabacılar dahil edilirkenacemi oğlanları dahil edilmemiştir)[6][7] 

Yıl:            1512  ,  1514  ,  1520  ,   1524-25  ,   1530  ,   1567-68 

Toplam:  13.138 ,17.1449,15.967 ,    17.063    ,15.696 ,    26.760 

Tablo 1’de naklettiğimiz gibi 1512’den 1568 yılına kadar Kapıkulu mevcudiyeti tam 2 katına ulaşmıştır. Kontrol edemediğin güç, güç değildir. Bu denli bir artış savaş meydanı için pozitif getirileri düşünülse de iktisadî ve asayiş açısından sırtlara binen yük idrak edilmelidir. En basit düşünceyle ulufe(maaş),iaşe, konaklayacak alan gibi kavramların 2 katına çıkarılması gerekecektir. Aslında Osmanlı nasihatname yazarlarına göre, hangi sebepten olursa olsun, sosyal kökenleri belirsiz insanların vergi muafiyetinden yararlananların oluşturduğu askerî zümreye kabul edilmeleri “kanun-i kadim”e(yasama, yürütme ve yargılama yetkisine sahip olan padişah tarafından koyulan kanun ve yasalar, bir nevi örfî hukuk) aykırı olan bir durum. Malî açıdan getirecek bu külfeti Osmanlı Devleti, kaldıramamaya başlamıştı bile[8]. 

Osmanlı düşünürleri ise bu tehlikenin farkındaydı. Nitekim Muhteşem Süleyman’ın meşhur veziriazamlarından Lütfi Paşa, devlet hazinesinin menfaatlerini ön plana koyarak Osmanlı ordusunun “az ve öz” askerden, yani sayıları az olsa bile iyi eğitimli, saltanat davasına gönülden bağlı profesyonellerden oluşması gerektiğini yazmıştır“Ve kul ta'ifesini çoğaltmamak gerekdür. 'Asker az ve defâtîrmazbût ve esâmîmevcûde ve mukayyedgerekdür. Ve ulûfeli yeniçeri on iki bin olmak kanundur. On iki bin '-asker çok'askerdür[9]”. Lütfi Paşa’nın kendisinin 1539-41 yılları arasındaki sadaretinden sonraÂsafnâme’yi kaleme aldığı yıllardaki yeniçeri sayısı8-9 bin civarı olduğunu da unutmamak gerekir.  

Bir başka Osmanlı düşünürü olan Kâtip Çelebi ise farklı bir yorum getirmektedir. Kâtip Çelebi, bu denli yüksek sayıdaki ordunun maliyeye getirdiği yükün farkındaydı; fakat devletin bekası için bu durumu görmezden gelmek daha isabetliydi “Pes zahir ve mukarrerdir ki, kulu tenzîlidüp, Sultan Süleyman asrı gibi karâr-dâde kılmak mümkin değil, bir bîhûdeta'abdır. Hala bu asırlarda Sipâh zümresi yirmi binden ve Yeniçeri tâ’ifesine otuz binden aşağı tenzîlolunmayupsâir esnafın dahi ana(ona) göre zararsız kesret ve galebesine ka'il olmak lazımdır. Nefer ziyadeliğinden ol kadar be'is yoktur. Gayetimevâcib-i kesîreyikânûn-ı kadime ri'âyet ve hüsn-i tedbîr ile tenzîlidüp kayırmak vâcibdir. Rıza ile tarafeyne mülâyim ve kânûna muvafık niçenâfi' hususlar vardır ki kaleme gelmez.[10]” Maliyedeki mevzuda ise mühim olan, sabit maaş alan kadroların mevacip(ücret) miktarlarını düşürerek ödemelerden kısabilmekti.Kâtip Çelebi’nin bu sözleri sarfettiği sıradaki ordu sayısını Tablo 2’de aktaralım. 

Tablo 2: Osmanli Merkezî Birlik Mevcutları (1574-1670) (Hesaplamaya Yeniçeriler, Kapıkulu Süvarisi, Cebeciler, Topçular, Top Arabacılar dahil edilirken acemi oğlanları dahil edilmemiştir)[11][12][13][14][15][16][17] 

Yıl:          1574  ,    1583  ,    1609  ,   1653  ,    1661-62  ,   1666-67  ,   1669-70 

Toplam:  21.680,28.987,66.462 , 77.796  ,  75.967 ,   66.693     ,    75.933 

Açıkçası bu tabloyla ilk karşılaştığımda gözlerime inanamamıştım. Merkezdeki ordu sayısı en son bıraktığımız ve “2 katına çıktığı” için “Bu iş nasıl olacak?” diye düşündüğümüz sayı neredeyse 3 katına çıkarak tahayyül dahi etmekte zorlandığımız seviyelere ulaştığını görmekteyiz. Sayısal verileri gözler önüne serdiğim zaman umarım merkezdeki yani İstanbul’daki çıkan isyanların nedenini anlatabildiğimi düşünmekteyim. Yineleyelim; kontrol edemediğin güç, güç değildir. Böylesi bir kalabalığın doğuracağı sıkıntılar için çok da kafa yormaya gerek yok açıkçası. Hele hele sözünü ettiğimiz grup artık devleti aklınızın hayalinizin alabildiği her türlü sıkıntıya sokan “yeniçeriler” olursa, durum iyice netleşmektedir. Yeniçeriler hakkında “Osmanlı Devleti’nin kalbindeki kanser” yorumunu yapan Ahmed Cevdet Paşa’nın sonuna kadar haklı olduğu gerçektir. 

İşin iktisadî kısmı bir yana isyanla olan ilişkisini dönemin düşünürlerinden olan Koçi Bey bazı yorumlarda bulunmuştu. Ona göre; Osmanlı sultanı, şayet kapıkulu neferlerinin hükümeti alaşağı etmeyi amaçlayan isyanlarıyla boğuşmak istemiyorsa, padişahlarına sonuna kadar itaat eden az sayıda savaşçı istihdam etmeliydi[18]. Gördüğünüz Lütfi Paşa ile Koçi Bey bu noktada ortak düşünmekteydiler. 

Peki işin askeri boyutunu kenara bırakırsak, bir isyan nasıl başlardı? İsyanlar için en hayati husus meşruiyettir. Bunun başında da din yani şer’î hukuk gelmekte. Kazan kaldıranlar ya da isyan edenler dinî meşruiyet için muhakkak fetva almalıydılar.Örnek olarak II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesindeki verilen fetvayı gösterebiliriz[19]. Açıktır ki bu sadece tek bir örnektir ve sayıları oldukça çoğaltılabilir. İsyan edenler kadar, isyanı bastıracaklar için de fetva şarttı. İsyanı bastıracak olan ordu, fermansız ve fetvasız asiler üzerine gitmekten çekinirlerdi. Nedeni ise fermansız veya fetvasız isyan bastırıldığında, sonraki suçlamalardan kendilerini aklamaları pek de kolay olmuyordu. Spesifik olarak II. Osman ve Sultan İbrahim’in katledilmelerinden sonra, buna izin verenlerin gerekçeleri sorgulandığında, yeniçeri ve sipahiler “bu kan davasından” kendilerini temize çıkarmak adına olaylarda rollerinin olmadığını savunmak durumunda kaldılar. Ayrıca bu iki padişahı katledenlerin bunu fetvaya göre mi yaptıkları uzun uzadıya tartışma konusu oldu[20]. 

Saray ise isyanlarda Sancak-ı şerifi(Hz. Muhammed döneminde kullanıldığına inanılan siyah renkli bayrak) dışarı çıkararak halkı ve askerleri sancak altına davet ediyordu. Bu işaret ile verilecek mücadelenin dinen meşru ve gaza hükmünde olduğunu gösterirdi. Sancak-ı şerifin altında halkın ve askerlerin toplanması halinde isyanı bastırmak gözle görülür şekilde kolaylaşıyordu. 

İsyan ve darbelerde şehir esnafının yeri çok önemliydi. İsyan bayrağı kalkar kalkmaz ilk işlerden birisi esnafa, silah zoruyla da olsa dükkanları kapattırmaktı. Kepenkleri kapalı olan esnafla şehir hayatı durma noktasına gelerek karmaşa yaşanıyordu. Şayet esnaf, asilere destek verirse isyan daha da büyüyordu. Çünkü asiler hem ihtiyaçlarını temin edebiliyor hem de devletin zaafiyeti ortaya çıktığında asilere halk desteği artıyordu. 

Başka bir unsur olarak ise yeniçerilerin ya da sipahilerin, asiler tarafından kendi saflarında olmasıydı. Yukarıda da uzun uzadıya sayıları vermiştik. Diğer husus ise karar mekanizmasıydı. Hem asiler hem de devlet için çok hızlı karar almanın önemi hayatiydi. Karar vermekte geciken padişahlar, bunun bedelini genellikle ya canıyla ya da tahtlarıyla ödüyorlar. Örneğin II. Osman, Sultan İbrahim, II. Mustafa, III. Ahmed ve III. Selim asiler üzerine hemen gidilmesine izin vermedikleri için bunun bedelini ödemiş isimlerdir. 

İsyan sonucu başa geçmiş padişahların ise yönetimlerindeki ilk birkaç yılı pasif geçmekteydi ve ilk fırsatta kendisini başa geçiren “asi” zümresini yok etmek için kolları sıvamaktaydılar. Yeni sultan tahtını borçlu olduğu kişilerin lehine göre hareket etmek durumundaydı ve hiçbir padişahın “kukla” gibi hareket etmek isteyeceğini de sanmam. 

Özet getirmek gerekirse isyanlar ve darbeler genel olarak incelendiğinde uzun süreli iktidarların rahatsızlıklara yol açtığı bir gerçektir. Uzun süre bir makamda bulunma Osmanlı sistemi gereği kadrolaşmayı da beraberinde getirmekteydi. Başa gelenler daha rahat iş görebilmek için kendi “kapı halkı”nı kadrolara yerleştirerek diğer kesimlerin yükselmesini engelleyen bir durumdu. Tarihçi Şemdanizâde Süleyman Efendi, bu tekelleşmeyi, iktidarın dinamizmini kaybetmesini ve bunların nasıl isyanı tetiklediklerini fazla bir yoruma gerek bırakmadan şu şekilde izah eder: “Nevşehirli Damad İbrahim Paşa sadrazamlık makamında aralıksız 13 seneden beri azledilmeden kaldığından ve padişah hatt-ı hümâyûnlarında sadrazama “Allah seni benden ve beni senden ayırmasın” şeklinde yazdığından, herkes bu vezir azledilmez diyerek ondan görev isteyenler veya memuriyet isteyip de sadrazamın adamı olmadığı için alamayanlar büyük korkulara kapılmışlardı. Bunun gibiler artık sadrazamın gücünü kaybetmesini dertlerinin ilacı olarak görmeye başladılar ve halkı tahrik etmeklefitne ortaya çıktı. Eğer daha önceden Fatih Sultan Mehmed’in veziri Mahmud Paşa ve Kanunî Sultan Süleyman’ın veziri Makbul/Maktul İbrahim Paşa on beşer sene vezaretleri aralıksız devam etti denilirse, onlar da sonuçta katledilmişlerdir. Eğer Sokollu Mehmed Paşa ile Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa dahi on beşer sene vefat etmeden sadrazamlık makamında bulundular denilirse, Sokollu’nun sadrazamlığı zamanında üç padişah değiştiğinden âlem yenilendi. Ve Köprülüzâde de bir yerde durmadığı, ömrü seferlerde geçtiğinden bu kadar uzun süre ve sonunda katledilmeden sadrazamlık makamında kalabilmişti. Zira her şeyin kendisinden yaratıldığı su bile bir yerde sürekli hareketsiz kalırsa bozulur, kokar.[21]” 

Netice itibariyle darbe ve isyanların devletin istikrarına her konuda vurduğu darbeler malum. Bu tarz vakaların bir daha Türk tarihinde yerinin olmamasını temenni ederim. 

Dipnotlar 

[1]Jean-Jacques Germain Pelet-Clozeau, Napoleon in Council s. 71. 

[2]DimitriKantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, s. 101. 

[3]İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 304-308.  

[4]Burak Onaran, Padişahı Devirmek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s. 40-41. 

[5]SalomonSchweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk 1578-1581, İstanbul, 2004, s. 175. 

[6]GaborAgoston, Doğu-Orta Avrupa'da İmparatorluklar ve Savaş, 1550-1750: Osmanlı-Habsburg Rekabeti ve Askeri Dönüşüm, Osmanlı'da Strateji ve Askeri Güç, çev. M. Fatih Çalışır, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s. 177-179. 

[7]1567- 68: Ömer Lütfi Barkan, H. 97 4-975 Mali Yılına ait bir Osmanlı Bütçesi, İktisat Fakültesi Mecmuası, C. XIX, S. 1-4, 1957, s. 305-306. 

[8]Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler I.Kitâb-ı Müstetâb, yay. Yaşar Yücel, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1974, s. 3-4, 13-15. 

[9]Lütfi Paşa, Âsafnâme, yay. Mübahat S. Kütükoğlu,Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1991, s. 92. 

[10]Kâtip Çelebi, Düsturü'l-Amel li-Isldhi'l-Halel, yay. M. Tayyib Gökbilgin, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1979 s. 132-133. 

[11]1574: Kanûn-nâme-i Sultanî’liAzîz Efendi, s. 45-46.  

[12]1583: Mehmet Genç-Erol Özvar, Osmanlı Maliyesi: Kurumlar ve Bütçeler, II, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, İstanbul 2006, s. 45. 

[13]1609: Ayn Ali Efendi, Kavânin-i Âl-i Osman, der. Hülâsa-i Mezâmin-i Defter-i Divân ve Risâle-i Vazife-horân ve Merâtib-i Bendegân-ı Âl-i Osman, M. Tayyib Gökbilgin'in önsözüyle, Enderun Kitabevi, İstanbul 1979, s. 88-91. 

[14]1653: Feridun Ahmed Bey,Münşe'atü's-Selatîn, II, s. 305. 

[15]1661-62: Eyyubî Efendi Kanûnnâmesi, haz. Abdülkadir Özcan, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 33. 

[16]1666-67: Mehmet Genç-Erol Özvar,a.g.e., s. 171-172. 

[17]1669-70: Ömer Lütfi Barkan, 1079- 1080 (1669-1670) Mâlî Yılına ait Bir Osmanlı Bütçesi ve ek.'leri, İktisat Fakültesi Mecmuası, C XVII, S. 1-4, 1955, s. 227-229. 

[18]Koçi Bey, Risâle, Matbaa-ı Ebuzziya, Kostantiniyye, 1303/1886s. 54, 63-64, 73. 

[19]İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Hanedanı Üstüne İncelemeler 2, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 588. 

[20]Peçeylu İbrâhim, Târîh-i Peçevî, Cilt II, İstanbul, 1980, s. 362-388 

[21]Şem’dânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi,TârihiMür’i’t-Tevârih, Cilt I, haz. Münir Aktepe, İstanbul, 1976