İSTANBUL

“Dünya tek devlet olsa başkent İstanbul olurdu” derken Napolyon; yaşadığımız bu kente olan aşkını yüz yıllar önce anlatmış; biz güzelliklerine mest olmak yerine Akdeniz, Ege sevdalarına düşmüşüz nedensizce. Şemsi paşadan gün batımını izlemek varken hep uzaklara yol almışız. Oysa Kızkulesi ardına o kadar güzel düşer bir bilseniz günbatımı. Topkapı sarayının üzerine çöker günün tüm yorgunlukları. Albatros ta nasılda “fingirdeşir” yakamozlar, gün geceye kavuştuğunda, ay ışığı altında. Kızıl bir şerit döşenir Büyükçekmece’de denize. Cılız dalgalar kumları eşelemeye çabalarken; el ele bir çift hayallere dalarak yürümektedir. Martılar tüneklerine çekilir hızla, karabataklar kaybolur usulca. İstiklal de çiçek satan kadınlar dolaşır işveli ve nazlı.
Hep başka yerde tarih aramışız; Ayasofya, Galata, Kızkulesi Sultan Ahmet Eyüp sultan dururken. Piyerre loti, mavi boynuza tepeden bakarken; ne doyumsuz hazla dökmüştür kağıda, sevgiliye olan hasret duygularını. Ne yaşamlar değişmiştir Yedikule zindanlarında. Ne çok görüşmeci yolu beklemiştir mahkumlar Ne korkular düşmüştür sur içindeki yüreklere, Fatih Sultan Gemileri, deniz yerine karadan halice sürerken. Ne coşkular yaşanmıştır sur içinde; Fatih Sultan Mehmet’in ne denli merhametli bir insan olduğunu anladıkları anda. Hadımköy Kadıköy, Meciyeköy, gibi nice “Köy”le dolu bu kent nasıl olurda bu kadar hızlı “Gökdelen köy”e dönüşür?
Her biten gün, ömründen aldığı gibi; tasaları da çoğaltmak tadır bu şehir de. Binlerce aracın yaydığı ses ve hava kirliliği yetmiyormuş gibi, insanların bir birine saygısızlığı da eklenince, yaşanacak bir yer olmaktan çıkıyor neredeyse İstanbul. Sanki eskilerde geceleri uykumuzu sadece “Boooozzaaaa” nidaları
Böler ama bizi rahatsız etmez; dahası camlar açılır, aşağıya sepetler salınır “bozacı bir boza versene” istemiyle “Vefa bozası” içilir yeniden uykuya yatılırdı.
Bu “Köyler!” gökdelen! Olmadan önce; bahçesinde domates biber yetiştirilen, tahta masasında komşularla sohbet edilen, pencereler açıldığında klima gerektirmeyen bir esinti olurdu, tek katlı gecekondularda. Aybaşı ödemek koşuluyla; ekmeği peyniri zeytini,hatta içkiyi bile veresiye yazdırdığımız mahalle bakkallarımız vardı. Her köşe başında. Küçük parklarımız,sokak aralarında top koşturan çocuklarımız. Herkes yan komşusunu tanır, pazara giderken gözünü bile kırpmadan küçük çocuğunu komşuya bırakmakta tasa duymazdı. Kadınlar halılarını “İmece usulü” kaldırımlarda birlikte yıkar; “ Gecekondu” bahçesinin Bir metrelik duvarına asar orada kuruturdu.
Hep kendimiz ettik ihaneti bu kente; tek katlı “Gecekondu”larla yetinemedik. Parklarımızdan ağaçları söktürdük, kaldırım taşlarının yerine asfalt döktürdük. Toprakla aramıza duvar ördürdük anlayacağın. Hiç sesimizi çıkarmadık veya çıkarmak istemedik. Ağaç giderken oksijenimizi alarak gitti, asfalt; biber domates ekme umutlarını bitirdi. Önce biberi domatesi kuruttuk gecekonduyu elimizle verip, yerine gökdelen oturttuk. Mahalle bakkalımızı biz batırdık. Kendimizi avm ile kuşattık dört cepheden. Ve nefes alamaz halde olduğumuzu anladığımızda zaten iş işten çoktan geçmişti.

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.