Kadın Seyyah’tan Osmanlı Kadını: Julia Pardeo

Yakın çevremin iyi de bildiği gibi seyyahlar ve seyahatnâmeler oldum olası ilgimi her zaman cezbetmiştir. Bu geniş külliyatta, özellikle Osmanlı’ya gelen seyyahlara bakıldığında kadın seyyah neredeyse yoktur, inanılmaz düzeyde istisnaidir. En bilinen örneği ise İngiliz sefirinin eşi Lady Montagu’dur. Lady Montagu’nun III. Ahmed döneminde (1717-1718) kaleme aldığı Türkiye Mektupları isimli eser, Osmanlı kadını hakkında çok yerinde tespitlerin de bulunduğu hazinedir. Lady Montagu’nun kendisi de sık sık diğer Avrupalı yazarların amiyane tabirle haremin kapısının önünden dahi geçmeden sarf ettikleri sözlerin geçersizliğinden bahsetmekte. Ayrıca ne yalan söyleyeyim kendisinin Edirne’de 10 akçeye aldığı takunyaları Londra’daki diğer Lady arkadaşlarına uzun uzun öve öve anlattığı mektubu (2 sayfa boyunca) okurken epey daralmıştım ama yine de okuması pek keyifliydi. Bu kadar yaldız, parıltı ve mücevher betimleme yeteneği hayran olunası.

 

Girizgâh ile başlık farklı olsa da Lady Montagu’den ufak da olsa bahsedilmeden bu yazı oluşamaz. Bugün ise 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle bir kadın seyyahtan bahsetmek istedim. Lady Montagu’yu seçmememdeki sebep, kenarda köşede kalmış bir kadından bahsetmek istediğimdendir: Julia Pardoe.

 

Hayat hikâyesi oldukça renkli olan Pardoe’nun mini biyografisine değinmeden olmaz. Julia Pardoe (1804-1862), İngiltere’nin Beverley şehrinde doğdu. Genç yaşlarda edebiyata ilgi duymaya başlayan Pardoe, ilk eserini 13 yaşında yayımladı. Pardoe,devlet görevlisi babasının işi icabı 1836 yılında İstanbul’a gelir (30 Aralık 1835’te [Ramazan ayında] Haliç’e varır) ve dokuz ay kadar burada kalarak kendi de adını koyduğu “Sultanlar Şehri İstanbul” (“The City of the Sultan and Domestic Manners of the Turks” ) isimli mektuplarını/seyahatnâmesini yazar. Daha önce de Portekiz’de seyahatnâme yazdığından bu konuda uzman diyebileceğimiz donanıma da sahiptir. Osmanlı başkentine geldiği 1836 yılı, adeta kabuk değiştirilen bir dönem olduğu için Pardoe, kabuk değiştiren bir İstanbul görmüştür. 1839’da ilan edilecek olan Tanzimat virajının aşılmadığı ve ardı arkası kesilmeyen reformların devam ettiği bir İstanbul’dur. Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra geldiğini de anekdot olarak vermek isterim. Zira ordu ve kışlalar hakkında da yazımızın konusu olmasa da önemli bilgiler vermekte. 

 

Alıntılar yapacağım bu eser, Osmanlı İmparatorluğu’nu bu zamana kadar ki yabancı seyyahların çoğunlukla stereotiplere dayalı bakış açılarından farklı olarak, daha empatik bir şekilde tasvir etmekte. Pardoe, sadece Osmanlı ile sınırlı kalmayıp Avrupa'nın muhtelif sahalarını da inceledi. 1840 yılında yayımladığı "The City of Magyar" eserinde Macaristan hakkındaki gözlemlerini sunar. Ayrıca yazarımız seyyah olmakla sınırlı kalmayıp bir tarihçidir de. Fransız Kralı I. François'nın saraydaki yaşamını anlatan "The Court and Reign of Francis the First" (1849) adlı kitabı da onun bu kategoride yer almasını sağlar. 1862’de Londra’da hayatını kaybettiğinde,Viktoryen ahlakına yaraşacak bir şekilde sürdürdüğü ömrünü tamamlamış oldu.

 

Pardoe’nun zikrettiğim geniş eserini bu yazıya sığdırmak imkânsız ve beyhude bir çaba olacağından tıpkı diğer derleme yazılarımda olduğu gibi haddime düşmese de kadınlarla alakalı olmak şartıyla önemli ve ilgi çekici gördüğüm yerleri sizlere aktaracağım. Pardeo gerçekten de pazardan orduya, saraydan devlet kurumlarına kadar girmediği,görmediği ve yazmadığı bir "şey" yok gibidir. Kendimi Pardeo’nun bizlere anlattığı keyif, şaşkınlık, öfke, üzüntü vb. duyguları kabartan olayları anlatmamak için zor tuttuğumu da itiraf ederim. Manasız uzunluktaki mukaddimeden sonra yazımıza geçelim.

 

Pardoe,esas itibariyle İstanbul halkının yakın kesimiyle temaslarda bulunmuştur. Türk kültürünü merak ettiği gibi (mesela oruç tutmanın nasıl bir şey olduğunu çok merak etmiştir) bir kadın olarak da Türk kadınlarını da merak etmiştir. Bir kadının yapmış olduğu betimleme kapasitesine sahip olmadığımdan size özetleyerek Pardeo’nun anlatımını bozmak istemiyorum. Pardoe, şimdi vereceğim pasajda bir Türk evine girmekte ve şunları söylemekte:

 

“Bizi götürdükleri oda büyük ve sıcaktı. Pahalı halılar serilmişti ve üç tarafta yerden otuz santim kadar yüksek, kırmızı kadife kaplı sedirler vardı. Duvara yaslanmış veya divana düzgünce serpiştirilmiş yastıklar, sırmayla ve renkli ipeklerle parlak biçimde işlenmişti. Sedirin bir köşesinde tandır duruyordu. Avrupa'daki herhangi bir şeye hiç benzemeyen bu eşyayı tarif etmekten imtina edemem…

 

Hanımlar boyunlarına kadar çektikleri örtüler altında, tandırın yanı başındaki minderlere uzanmışlardı; bizi karşılamak için bu örtüleri bir kenara attıklarında kızın güzelliği karşısında çarpıldım. Koyu mavi gözleri ve altın kumral saçları, bir Türk hareminde bulmayı ümit ettiğimden tamamen farklıydı. Annenin ne kurnaz bir kadın olduğunu anlamam için iki nazar atfetmem kâfi geldi ve daha sonra da bu fikrimi değiştirecek bir şey olmadı. Oğlanın karısının hoş, iri, parlak kara gözleri vardı, ancak yüzünün diğer hatlarında hoşa gidecek bir şey yoktu; gene de memleketindeki bütün kadınlar gibi, yumuşak, kadifemsi beyaz bir teni vardı ki bunu da devamlı hamama gitmesine borçluydu. Pek çok kadının her gün tadını çıkardığı bu lüks, ne yazık ki iyice parlayan saçlarının zayıflamasına sebep oluyor ve onları takma örgülere başvurmak zorunda bırakıyor; bunları da fazlasıyla abartılı takıyorlar. Takma saç, başlarına gayet çirkin biçim de sardıkları işlemeli yemenilerin kıvrımlarına doluyor ve bunu bilhassa sevdikleri mücevherler olan elmas veya zümrüt tokalarla tutturuyorlar.”

 

Anlaşılan o ki Pardeo, Türk kadınının güzelliğinden etkilenmiş gibi. Elbette kafiristandan yabancı birileri gelince merak duygusu cezbedildiğinden kendisine birtakım sorular sorulması içten bile değil. Pardoe, o soru faslını şöyle anlatmakta.

 

“Odadakilerin soruları çok çocukçaydı: Yaşım, neden evlenmediğim, İstanbul'u sevip sevmediğim, okuma yazma bilip bilmediğim vs vs. Ne var ki kendilerinkinden farklı modalara ve itiyatlara dair hiçbir küstah mütalaada bulunmadılar. Tersine, Türkiye'deki her şeyi Avrupa'da alıştıklarıma kıyasla ne kadar aşağı buluyor olmam gerektiğine işaret ettiler devamlı; dünyanın, bunca mahrumiyet çekeceğim kati olan bir parçasını ziyaret etme karanın karşısında duydukları hayranlıkla kendilerinden geçtiler. Şüphesiz bu iltifatlara olabildiğince kibarca cevap verdim; arkadaşım ve ben gündüz yaptıklarımızdan çok yorulmuş olduğumuz için, sabaha doğru saat iki ile üç arasında sunulacak olan ikinci öğünü beklemeden, odamıza çekilmeye karar verdik…”

 

Tipik bir akraba ziyaretine maruz kalınan sorulardan pek de farklı olmamış. Fakat yine de zihniyet olarak -ironik de olsa- bugüne nazaran iki taraf için de farklı dünyalara derin bir saygı söz konusu ve bu gerçekten takdire şayan.

 

Değer algılarını yerle yeksan edecek bir pasaj var sırada. Pardeo’ya göre Osmanlı kadını,yeryüzündeki en özgür yaşamlardan birine sahiptir. Her ne kadar sadece İstanbul eksenli bir anlatım da olsa taşradaki insanların “yaşayabildikleri” ve “yaşayabilecekleri” hayatlar az çok bellidir. Patrimonyel ziraî ekonomik sistemli yani Geç Orta Çağ tarım imparatorluğundaki bir devlette, taşradaki hayatın belki de %80’inden fazlasını köy hayatından ibaretti. İmparatorluğun başkentinde durum bu ise diğer eyaletlerin merkezî konumlarında da buna benzer bir norm olduğunu farz edebiliriz. Pardeo’nun tembel, müsrif, mücevher düşkünü, lüks takıntılı, zihinsel dünyasını geliştirmediğinden dolayı oldukça kızdığı kadınlar da vardı elbette. Fakat genelleme yapması gerekirse Pardeo’ya göre Osmanlı kadınları…

 

“İnanmaya hepimiz dünden hazır olduğumuz gibi, saadet hürriyetse, Türk kadınlarından daha mesudu yok demektir; çünkü şurası muhakkak ki imparatorluktaki en hür insanlar onlardır. Avrupa'da Şarklı kadınlara acıma modası var; fakat böylesine asılsız ve hatalı bir hissiyatın tezahürünün sebebi, olsa olsa onların hakiki mevkiinden habersiz olunmasıdır. Onların alaka gösterdikleri her mevzuda ihtarda bulunmalarına, teşvik etmelerine, hatta ısrar etmelerine müsaade edildiğini daha önce de beyan etmiştim. Bir Osmanlı koca, karısının sözlerinden asla gücenmez; tersine, laf sağanağına kılım kıpırdatmaksızın katlanmak,felsefesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

 

Bir Türk’ün karılarının dairelerine her saat girme hakkına sahip olduğu şüphe götürmez bir hakikat olsa da, böyle bir imtiyazdan çok nadiren istifade eder. Neredeyse hiçbir zaman bu yola tevessül(rağbet) etmediğini söyleyebilirim. Haremdeki bir oda evin beyine ayrılmıştır; burada sohbet etmek istediği ve bir halayıkla huzuruna çağırttığı şahsın gelmesini bekler. Kendi dairesine giderken merdivenin başında terlikler görürse, hiçbir bahaneyle hareme giremez: İmparatorluktaki hiçbir kadının çiğnenmesini affetmeyeceği bir hürriyettir bu. Bazı günler ziyarete gelmiş misafirler varsa, evin beyi geldiğini bildirmek için önden bir köle gönderir; bu şekilde onlara çekilmeleri için fırsat ve zaman tanımış olur.

 

Bir Türk kadını, yürümek veya arabayla gezmek istediğinde, hatta bir arkadaşıyla kısa bir müddet beraber kalmak istediğinde kimseden izin almak mecburiyetinde değildir. Yaşmak ve feracesini giyer, halayığını çağırır, muslin bir örtüden müteşekkil olan bohçasını itinayla hazırlatır. Kocası daireye girip onu sorduğunda, hanımefendinin bilmem kimin hareminde bir hafta geçirmek üzere ayrılmış olduğu cevabını alır. Bunun doğruluğundan şüphelenirse, sahibinden de orada olup olmadığını tahkik eder; ama böyle bir şüpheyle onu kontrol etmeye çalışmak veya döndüğü zaman onu azarlamak hiçbir şekilde mevzubahis olamaz.

 

Üst tabaka haricinde, bir Türk erkeğinin iki zevceli olması ender rastlanan bir vaziyettir. Bir erkek umumiyetle kendi seviyesinde bir kadınla evlenir; daha sonra hevese kapılarak ya da ailevi sebeplerden evini büyütmeye karar verirse,Çerkezistan ve Gürcistan'dan, odalık olarak adlandırılan esirler satın alır. Adamın gönlündeki yerleri başkadından, yani haremin başındaki şahıstan ne kadar üstün olursa olsun, bu odalıklar ev içinde ondan daha aşağı bir mevkiye sahiptirler; ona itaat etmek, en büyük hürmeti göstermek ve onu amirleri olarak görmek mecburiyetindedirler. Bu yüzden, bir Türk hanımı, ikinci bir hanımdansa,haremine yarım düzine odalık alınmasını tercih eder; çünkü bu, yanında çalışan ve her şartta onun otoritesine boyun eğmeyi sürdürmek mecburiyetinde olanlar üzerinde başka birinin daha güç sahibi olma ihtimalini ortadan kaldırır.”

 

Ne ben ne de Julia Pardeo şunu iddia etmiyoruz; mükemmel bir toplum idik ve kadına öncelik arştaydı. Muhakkaktır ki her yüzyılın hatta her neslin kendine has normları mevcuttur. Günümüzle kıyaslayıp tatmin olmamak gibi bir hataya düşersek; eğer akademik anlamda tarihle ilgileniyorsak whiggism, bu tarz dertlere sahip değilsek ise ideolojik ve fikirsel sapmalara yol açar. Fakat bakıldığı zaman Pardeo’nun anlattıkları oldukça dikkate alınmalı. Elbette halkın haksızlığa uğradıkları kısımlar yok değil. Eski yazılarımdan birisi olan “İbret-i Alem’den Örnekler: Osmanlı'da Kadına Şiddet, Suç ve Ceza”da bundan bahsetmeye çalıştığımdan dolayı burada bahsetmeye değer bulmuyorum.

 

Türk kadınının yaşamdaki her türlü konumu, 100 sene öncesinde birden oluşmuş bir taht değil, çok daha uzun yüzyıllar öncesine dayanan köklü bir ananeden gelmektedir. Bugün ise sadece bu tespitlerden birisini Pardeo'nun annesine ithaf ettiği mezkûr metinden anlatmaya çalıştım. Başta kıymetli annem olmak üzere tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutlarım...

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.