MagazinHaber Girişi : 05 Ocak 2023 16:42

Münir Özkul “En özgür hissettiğim yer” dediği akıl hastanesine 13 kez yattı

Münir Özkul “En özgür hissettiğim yer” dediği akıl hastanesine 13 kez yattı

Kimimizin kalbini Hababam Sınıfı’nda “Tüccar değil, eğitimciyim ben” diyen Mahmut Hoca, kimimizin ise Bizim Aile filminde “Beyim sana iki çift lafım var” diyen Yaşar Usta olarak fethetti. Mavi Boncuk’tan, Gülen Gözler’e, Neşeli Günler’den Gırgıriye’ye kadar 200’den fazla filmde rol alan Münir Özkul ölüm yıl dönümünde özlemle anılıyor. 5 Ocak 2018 yılında aramızdan ayrılan Münir Özkul’un hayatı da filmleri aratmayan türdendi. Hep maddi sıkıntı ve ruhsal sorunlarla boğuşan usta isim Münir Özkul “En özgür hissettiğim yer” dediği akıl hastanesine 13 kez yattı.

“Toplumla çok güç anlaşıyorum. Benim gibi toplumla sorunu olan insanlara ilgi duyarım. Bunun en sivri ve en tipik örneklerine meyhanelerde, akıl hastanelerinde ve sanat çevrelerinde rastladım. Onun için akıl ve ruh hastanelerine karşı daima sempati duymuşumdur.

Akıl hastaneleri en özgür olduğum, her şeyi objektif görebildiğim tek yerdir. Orada rahata ererim. Kafam art arda gelen birçok problemi çözebilecek yapıda değildir. Orada bütün problemleri bir sıraya koyar ve çözümlerim…”

Münir Özkul, röportajında da anlattığı gibi bazı dönemler ruhsal olarak çıkmaza giriyor ve bu dönemlerde kendini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne atıyordu.

Orada kafasını dinliyor, dünyadan kendini soyutluyordu. 13 kez gerçekleşen bu hastane ziyaretlerinin süreleri değişiklik gösteriyordu. Bazen birkaç gün kalıp çıkıyor, bazen bu süre üç ayı buluyordu.

KENDINI BEĞENDİRME ARZUSU
Kendini yaradılış olarak mahçup ve sıkılgan biri olarak tarif eden Özkul, bir dönem de şizofreni (halüsinasyonlar, sanrılar görülen bir ruhsal hastalık) eğilimi gösterdi. Gittiği doktorların yardımcı olamadığını fark eden ünlü oyuncu, kendi kendini tedavi etme kararı aldı. Kulağına garip sesler geldiğini ve bu durumun kendisini çok korkuttuğunu söyleyen Özkul, 1970 yılında Abdi İpekçi’ye verdiği söyleşide ruhsal durumu ve Freud’a olan ilgisini şöyle anlatmıştı:

“Kendini başkalarına beğendirme zorunluluğu hissediyor insan. Hem de farkına varmadan… Öyle ki sahnede samimiyetimi kaybettim. Bir takım ölçülere, bir takım kalıplara girmiştim. Çıkamadım işin içinden. Ve bu çocuksu mizacımın etkisiyle uyumsuzluklar yaşadım ve alkole sarıldım. Çok rahatlatıyordu beni.

Sıkılganlığımı, kendimi küçük görüşümü, yaptığım işi beğenmeyişimi unutturuyordu. Ama bir süre sonra makine gibi olmaya başladım. İçimden gelen şeyler kayboldu. Yani aktör olmaya, meşhur olmaya hazırlanmış bir bünye değildi benim ki…

Çok bocaladım, sarsıldım. Gitmediğim doktor, yatmadığım hastane kalmadı. Hastane duvarlarının içine girdiğim zaman kendimi rahat, emniyette hissediyordum. Fakat dışarı çıktığımda toplumun o baskısı var ya… Bir sanatçı olarak sevilme zorunluluğu.

Çalışmak zorunluluğunu sırtımda hisseder hissetmez o çocuksu bünyem paniğe kapılıyor ve hemen içki şişelerine sarılıyordum. Freud alkolikler için şöyle diyor; ‘Küçükten beri kafasında kurduğu dünya ile gerçek dünya arasında öyle bir uçurum vardır ki, bu uçurumu ancak içki, alkol gibi bir köprü ile birleştirebilir.’ Bu tabir çok hoşuma gitti. Yani, gerçek dünyaya çıkar çıkmaz bocalıyordum, alkole sarılıyordum.

Bu, sanatçıların çok başına gelen bir şey. Sevilmek istiyoruz, yani toplumdan bir şeyler bekliyoruz, biraz takdir bekliyoruz. Olmuyor, gelmiyor… Sonra nasıl oldu bilmiyorum, evime çekildim. Ve her şeye merak sardım. ‘Acaba şizofrenide başlangıç olan gaipten duyulan ses nedir?’ gibi konuları merak ettim. Hiçbir doktordan fayda göremeyeceğimi anladım. Ben de psikanaliz tekniğini öğrendim ve kendi kendime o kontağı kurdum. Karımın da yardımıyla tabii…

Otoanaliz yapmaya karar verdim sonra… Freud da diyor ya ‘Ses duymak benliğin ikiye bölünmesidir!’ Nefis muhasebesini yüksek sesle yaptım. Ve ben bu sesleri duydum… Sonra bir ara gururumu kırmak için bir kendime bir ceza düşündüm… Gururumu, şımarıklığımı yok etmek için saçlarımı kazıttım. Çok feci bir şey toplumda öyle gezmek… Ve ben öyle gezdim. Bu sayede epey nefsimi kırdım.”

“ADI NE BU ADAMIN, ÇOK GÜZEL OYNUYOR”
2003 yılından sonra demans ve akciğer hastalığı ile mücadele eden Özkul, bu tarihten sonra evinden dışarıya çıkmak ve kimseyle görüşmek istemedi. Hastalığına bağlı olarak geçmişe dair hafıza kaybı yaşayan oyuncu, vefat eden birçok tanıdığının hayatta olduklarını sanıyordu. Kızı Güner Özkul, onun son zamanlarını bir röportajda şöyle anlatmıştı:

“Babamın hastalığının daha yeni ortaya çıktığı dönem 2000 yılının sonlarıydı ve ilk olarak hafıza kaybı ile başladı. Bir gün ‘Kemal’i çok özledim hiç gelmiyor arayıp sormuyor’ dedi. Oysa Kemal Sunal 4 ay önce vefat etmişti.

Öldüğünü söyleyemezdim çünkü babamın Kemal Abi’nin cenazesindeki perişan hali gözümün önünden hiç gitmiyordu. Film çekimi için şehir dışında ve meşgul olduğunu söyledim. Babam o zamanlarda hep ölen arkadaşlarının hayatta olduğunu sandı.

Mutlu olmasını istediğimiz için vefat ettiklerini söylemedik. 2002 yıllarının ilk aylarına geldiğimizde babam rahatsızlığından dolayı sürekli yatıyordu. Uykularından ‘Provaya geç kalıyorum!’ diye kalkıyordu.

Özellikle müzikallerdeki şarkıları söyleyerek uyanıyordu. Bir gün odasındaki televizyonun kanalını değiştirmemi söyledi, kumandayla birkaç kanal gezdim birden ekranda ‘Limonnn!’ diye bağıran o efsane aktörü gördü. Karşımıza babamın Neşeli Günler filmi çıktı.

Tebessümle babama baktım ama söylediği sözler ile bir anda gözlerim doldu. Babam ‘Ben bu adamı çok seviyorum. Çok güzel oynuyor. Adı ne bu adamın?’ diye sordu…

O koca aktör, artık kendinin bile kim olduğunu hatırlamıyordu…”