Lokantada ya da hamburgerci türünde bir yerde atıştırırken, hesap ödemeye gelen insanları gözlemlerdim:
Kasa önünde, “valla olmaz, ben ödeyeceğim” , “sakın elini cebine atma” , “asla müsaade etmem” türünden sözler havada uçuşurdu.
Kasaya doğru ilerleyen arkadaşını çekiştirerek onu geride bırakan, garsona kaş-göz-el işaretleriyle “tamam hesap bende” diyerek birbirlerine jest yapmaya çalışan insanların sayısı, sayısızdı…
Fark ettim ki; böyle bir sahneyle karşılaşmayalı epey zaman oldu!
Kim derdi ki, bir zamanlar (birlikte yiyip içseler bile, herkesin kendi hesabını ödediği) Alman Usulü ile dalga geçen, bu usulü ayıp sayan bir toplumun bireyleri; hesabı başkasına yıkmayı kar ya da kurnazlık sayan, en kabul görülür haliyle, ekstra bir masrafla karşılaşmamak için bu işi adeta gizli gizli halleden bireyler haline gelecek…
Tanrım! Ne kadar değişmişiz…
Bir zamanlar insanlar yolda buldukları cüzdanın içine bakarken bile itina eder; kimliği bulduklarında, içindeki diğer şeylerle ilgilenmezlerdi bile.
Eğer cüzdanı düşüreni tanıyorlarsa bizzat teslim eder, tanımıyorlarsa doğru karakola giderlerdi.
Polisin; “içinde kaç para var?” sorusuna verilen cevap genellikle: “valla bilmiyorum, bakmadım” olurdu.
Eskiden; 1000 lira bulsam, gider doğru karakola teslim ederdim.
Düşünüyorum da; şimdi 100 lira bulsam, acaba ne yapardım?
Tanrım! Ne kadar değişmişiz…
Eski Pendikliler bilirler, Gazipaşa Caddesi üzerinde, ilçemizin en eski giyim mağazalarından biri olan Karınca Mağazası vardı.
Oldukça ünlü, o günün şartlarında modern bir mağazaydı. Bu günün Selen’i, Seyran’ı gibi bir şey. 80’li yılların sonlarına doğru kapandı. O yıllarda bu mağazanın işletmecisi ile, tesadüfi bir karşılaşma sonucu nostaljik bir sohbetimiz olmuştu.
İşletmecinin adını şu an hatırlayamıyorum ama, söyledikleri dün gibi aklımda.
Şöyle diyordu:
“Hiç tanımadığımız, Pendik’te dahi oturmayan insanlar mağazamıza gelirler; alışveriş yaparlar, bazen bir kısım ödeme vererek, bazen de hiç ödeme yapmadan daha sonra uğrar öderiz- derler ve giderlerdi.
Bu tip müşterilere yaptığımız işlem; bir yanlışlık olmasın diye defterimize, adını soyadını, alışveriş tutarını ve ödeme yaptıysa, yaptığı ödeme miktarını not etmekti.
Ne senet, ne sepet ne de çek! Yanız bizde değil, diğer iş yerlerinde de işler genellikle böyle yürürdü. Söz önemliydi ve insanlara güvenilirdi…
Ve o insanlar da, büyük bir titizlikle, söz verdikleri günde gelir borçlarını öderlerdi. Birkaç gün geç kalmışlarsa özür dileyerek mahcubiyetlerini ifade ederlerdi.”
Bu gün işletmeler; kredi kartı olmadan, kefilsiz, güvencesiz kibrit bile vermiyorlar insana.
Öte yandan, mağazalar ödenmemiş senetler, karşılıksız çıkan çeklerle boğuşup duruyorlar.
Tanrım! Ne kadar değişmişiz…
Aşk, sevgi, sadakat; Adem’le Havva’dan kalan eski bir yalan, seks, para ve lüks günün popüler gerçeği olmuş.
Samimi muhabbetlerin, arkadaşlıkların, dostlukların kardeşliğe dönüştüğü günlerin yerine; mekanik gülümsemeler, menfaat hesaplarının en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü ilişkiler kabul görmüş.
Tanrım! Ne kadar değişmişiz…
Adeta sahte para gibi, piyasaya sahte insanlar basılıp sürülmüş…
Böyle bir değişim, başka türlü olmaz!
Biz; sonu hep mutlu sonla biten, mutlu son olmazsa, aşıkların melek olup gökyüzüne yükseldiği, beyaz bulutların içinde el ele tutuştuğu, kötülerin her seferinde cezasını bulduğu filmlerle büyüdük.
Kendimizi, filmlerdeki iyi yürekli başrol oyuncularının yerine koyduk hep.
Bugün; kötü adam ya da kadın rolünü içimize sindiremiyor, bu tür bir rolle filmde yer almak istemiyorsak; enayiliğimizden değildir elbet…
Umudumuzu yitirmediğimizdendir!
Bir şey olacak; kahrolası, eli ayağı kırılası, başına taş düşesi bu düzenin çarkları artık işlemez hale gelecek inancımızdandır.
Ey sihirli kahraman, çık da sarf et şu sözü artık!
“Çeki düzeninize bir hayat verin!” de.
Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi bekleyen sessiz çoğunluk, belki de bunu duymak istiyor…
Söz, ben de o zaman cüzdanı karakola teslim etmekte tereddüt etmeyeceğim…