5. Bölüm
Köşk, bulunduğu alanda dört yanı denizle çevrili olmasının yanında; elini uzatsa dokunabilecekmiş gibi görünen hemen yanındaki küçücük bir adaya da komşuydu. Gözünün görebildiği uzaklıktaki başka kıyıları barındıran manzarası paha biçilemezdi. Çiçeklerle bezenmiş geniş bahçesi ile ağaç kokan iki katlı bu yapı hayal ettiğinden bile güzeldi.
İlk başlarda yabancılık çekmesin diye annesi onu sıklıkla ziyaret etti. Çoğu akşamlar ailesini ve Danniell’leri adada ağırlamak Fayette’ye değişik duygular yaşatıyordu. Evet, istediği hayat buydu… Yeryüzünde yaşayan en mutlu kişi artık kendisiydi.
Hemen her gün eşiyle birlikte farklı tecrübeler ediniyor, farklı yerler keşfediyor ve hatta onun için özel yapılan plajda birlikte denize giriyordu. Daha başka ne isteyebilirdi ki…
Günler ayları kovalarken, bu gezme tozmalar tüccarın işi sebebiyle yavaş yavaş sekteye uğramaya başladı. Sonunda yeni gelin de yaşadığı kasabayı öğrenmek için tek başına dolaşmaya karar verdi.
Her gün belli bir vakitte kayıkla kıyıya geçiyor; sokakları, caddeleri adımlayıp, dönüşte annesini ziyaret ederek, adaya dönüyordu. Bir zaman sonra bu gezmeler kendini bilmez kişilerin diline dolandı. Olduk olmadık söylenen şeyler sonunda Pavilio’nun kulağına geldiğinde, o da dedikoduların önüne geçmek için karısını üzmeden ne yapabileceğini düşünmeye başladı.
Olanlardan habersiz taze gelin, birkaç gün sonra her zamanki gibi hazırlanıp küçük iskeleye gitti. Orada kayığın olmadığını görünce şaşırıp hizmetliye sordu. Onun da haberi olmadığını öğrenince eşinin gelmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey kalmadığını anladı.
Akşam olduğunda damat gelmiş, sofra çoktan kurulmuştu. Masada karşılıklı oturup yemek yerken,
“Sevgilim, bugün iskelede kayık yoktu. Sebebini biliyor musun?”
“A… O mu? Bana lazımdı, giderken götürdüm. Üzgünüm, birkaç gün olmayacak.”
“Neden bana daha önce söylemedin?”
“Ne önemi var ki, sadece birkaç gün… Yoksa bu bir sıkıntı mı oluşturur?”
“Bilmem… Sadece canım sıkılınca anneme gidiyordum.”
“Ben geldiğimde birlikte gideriz.”
“Karşı iskelede de kayık yoktu.”
“He… Evet, onu da aldım. Dedim ya birkaç gün. Merak etme! Geri getireceğim.”
“Öyle diyorsan…”
O birkaç gün, birkaç ay oldu. Fayette artık istediği zaman bir yere gidemez olmuştu. Sadece eşi yanında olduğunda ve onun yorgun olmadığı ender günlerde adadan ayrılabiliyordu. Annesi de eskisi gibi gelip gidemiyordu.
O küçücük ada genç kadına kocaman gelmeye başladı. Durumun değişmesini çaresizlik içinde, sabırla beklese de hiçbir değişiklik olmuyordu. Neyse ki gelişmeleri Danniell öğrendi. Aynı akşam İtalyan arkadaşını gazinoda buldu ve teklifsiz masasına oturdu.
“Merhaba dostum…”
Verdiği selamın karşılığını alır almaz hiç vakit kaybetmeden konuya girdi.
“O adada kayık bırakmayarak, ne yapmaya çalışıyorsun?”
“O ada dediğin benim. Ve adı ‘PAVİLİO’. Seninle açık konuşacağım. Bu yaptığıma ben de inanamıyorum ama elimde değil. Yanında ben olmadan etrafta dolaşmasına katlanamıyorum.”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ne demek istiyorsun? Hani bana söz vermiştin, onu mutlu edecektin.”
“Biliyorum… Yaptığım yanlış ama Tanrı şahidim ki amacım onu üzmek değil. Ben yanındayken bile insanların ona bakmasına dayanamıyorum. Onun beline kadar uzayan dalgalı saçları, ışıldayan cildi, boncuk gözleri, salınarak yürüyüşü; başkalarının dikkatini çektiğinde çılgına dönüyorum. O anlarda ne yapacağımı bilemiyorum. Sırf bu yüzden artık onunla gezmeye gitmek içimden gelmiyor.”
“Seni anlamak istiyorum ama bu yaptığın düşüncesizlik. Peki, ya yirmi yıl önceki gibi bir yangın çıkarsa, o zaman kızcağız ne yapar? Hatırlasana, her yer yanmış ve köyümüz yok olmuştu. Ne acı günlerdi, yoksa unuttun mu?”
“Evet ama köşkte yangın çıksa bile adada boş alan çok, bu konuda hiç endişen olmasın. Seni temin ederim ki onu mutlu edebilmek için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Tanrı’nın yardımıyla beni rahatsız eden bu duygudan da en kısa zamanda sıyrılacağım.”
“Sen böyle diyorsan, daha fazla konuşmamıza gerek yok. Biliyorum o senin karın, sana hiç kimse bunun aksini söylemiyor. Benim tek beklentim; mutlu olmanız ve ona iyi davranman.”
“Biz iyiyiz… O; aşık olduğum, değer verdiğim, üzerine titrediğim, gözümden bile esirgediğim tek hazinem. Her şey bir yana Fayette bir yana. Ona zarar verecek hiçbir şey yapmam, yapamam, aklımdan bile geçirmem. Bana başka söyleyeceğin bir şey yoksa hesabı ödeyip adaya gitmek istiyorum. Çünkü; hakkında bu kadar konuşunca onu özledim. Eğer isterse bu akşam dışarı çıkarız.”
“Daha ne söyleyeyim… Tanrı ikinizi de korusun.”
Arkadaşının ardından gazinodan çıkan Pavilio, toprak yolda sahilin doğu tarafına hızlı adımlarla yürüdü. Karaya çektiği üstü örtülü sandalı suya itelerken, sendeleyip yere kapaklandı. Ayağa kalktığında pantolonunun yırtıldığını fark etti. Üzerini silkeleyip kayığı suya doğru itelemeyi sürdürdü. Ardından yüreğinde taşıdığı derin duygularla ağır ağır kürek çekerek adanın küçük iskelesine yanaştı.
Eve geç vakitte geldiğinden işi bahane ederek karısının gönlünü almayı da ihmal etmedi. Duygusal geçen uzun gecenin ardından yeni doğan güne birbirlerine sarılmış olarak gözlerini açtılar.
Fatyette kahvaltıyı hazırlayıp ona seslendiğinde, o da dolaptan aldığı pantolon ve gömleği giyiyordu. Karısını daha fazla bekletmemek adına aceleyle hazırlanıp odadan çıktı ve masanın baş köşesine oturdu. Ağzına bir zeytin atıp konuşmaya başladı.
“Karıcığım, bugün sevkiyat yok. İstersen birlikte gezmeye gidebiliriz. Ya da denize girebiliriz.”
“Bugün hiç halim yok. Kahvaltıdan sonra biraz uzanacağım.”
“Hasta mı oldun? Doktor getireyim mi?”
“İyiyim… Sadece kendimi güçsüz hissediyorum. Biraz uyursam kendime gelirim. Sen istersen kumsal git. Uyanınca yanına gelirim. Ne de olsa sabahları yüzmeye bayılıyorsun.”
“Madem öyle diyorsun… O zaman hızlıca yelkenliye gidip geleyim. Döndüğümde uyandıysan birlikte denize gireriz.”
“Tamam, o halde seni yolcu edeyim. Ardından sofrayı toplar yatarım.”
Kahvaltının ardından kocasını uğurladı. El çabukluğuyla etrafı toparlayıp yatak odasına geçti. Odanın ortasında kirli çamaşırları görünce onları eğilip aldı. Tam ayağa doğrulmuştu ki yere bir şey düştü. Nedir diye baktığında küçük bir defter olduğunu fark etti. Yerden alınca da merak edip içine bakmaya başladı.
Bir sürü notlar, çizimler, şiirler gözüne ilişti ve okumaya başladı. Okudukça yüzünün şekli değişiyordu.
“Sana bakmaya doyamazken, bir başka gözün gözlerine değmesine nasıl katlanayım…” gibi satırları okuyan Fayette, gözlerinden süzülen yaşla olduğu yerde öylece donup kaldı.
Paranın satın alabileceği her şeye sahip olsa bile, kendisinin bu adada sadece bir esir olduğunu o an anlamıştı. O romantik, nazik, yakışıklı, zengin adamın ona olan sevgisinin işareti olarak yaptırdığı köşkün, aslında ebedi hapishanesi olduğunu ancak şimdi idrak etmişti.
On yıllar sonra Pendik’ten geçen bir seyyah, Pavli Adası’na kayıkla geçtiğinde; oradaki köşkten geriye yalnızca bir harabenin kaldığını ve müştemilatın olduğu yerde de kır kahvesinin bulunduğunu gözlemledi.
Başka bir Pendik hikayesinde buluşmak üzere…