Savaş nedir? Savaştan ne anlıyoruz? Savaş ne getirir? Bugün bunlara değinmek istiyorum. İlk sorudan başlayalım; Savaş nedir? Savaş veya harp; ülkeler,hükûmetler,bloklar ya da bir ülke içerisindeki toplumlar, isyancılar veya milisler gibi büyük gruplar arasında gerçekleşen silahlı ve silahsız yoğun çatışma eylemidir. Bugünkü yazım genel olarak silahlı çatışmadan silahsız çatışmaya evrilmemizi anlatacak. Bunun için yer yer savaşın getirdiklerinden de bahsedeceğim.
“Savaş Türk’ün düğünüdür!” oldukça etkileyici bir slogan değil mi? Aynı şekilde “Her Türk asker doğar!” da oldukça etkileyici, iddialı ve kendimize soğuk duş etkisi yaratan bir söylemdir. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki Osmanlı ekseninde bu konuyu ele alacağım. İslâmla “müşerref” olmamış Türkler konusunda kendimi “yetkin” görmekten ziyade “misafir” olarak nitelendirebileceğimden dolayı o süreçlere az değinmemi makul karşılayın. Kaldı ki “etnik” unsurun kıstas hale gelmesinin 19. yüzyıl gibi yakın bir döneme kadar revaçta olmamasının yanısıra elimizdeki verilerin “güçlü” ve bir noktada daha inanılabilir olduğunu düşündüğümden dolayı da mevzumuz için yakın dönemlerden atıflarda bulunacağım. Göçlerden dolayı harmanlaşmış ve bir nevi melezleşmiş olan -“safkan” olmayan- ırkların yoksunluğu ve bunun tespitlerindeki kuşkularımın da büyük ölçüde rolü bulunmaktadır. İlaveten yaşam tarzı da bu konuda önemli bir etken. Fakat işlerin bu kadar eskilere dayandırılmasına karşı olduğumu da belirtmeden duramayacağım.
Modern ihtiyaçlar neticesinde ortaya çıkan teknolojik devrimler ile savaşın getirdiği zarurî bir durum ortaya çıktı: dolu hazine. Artık savaşlar oldukça yüklü fiyat da biçerek devletlerin veya hükûmetlerin kapısını çalıyordu. Napolyon Savaşları’nda savaşan Birleşik Krallık Kraliyet Donanması Amirali Horatio Nelson’un amiral gemisi HMS Victory, Sanayi Devrimi’nin en önemli yatırımlarından biri olan Abraham Crowley’in çelik fabrikasından beş kat fazla bir fiyata mâl olmuştu.[1]
Dünya çapındaki savaş maliyetlerinin artmasının müsebbibi ise Fransız Devrimi idi. İlaveten Napolyon Bonapart savaşların seyrini değiştirecek bir başka kaynağın da kapısını araladı: ordu-millet. Vatanı korumak maksadıyla genç erkekleri topluca askere alma fikri, Napolyon tarafından benimsenip yaygınlaştırıldı. Bu da devletlerin muazzam nüfuslara sahip olma zorunluluğunu getirdi. İngiltere,genç erkek nüfusunun kıtlığından dolayı bundan oldukça şikayetçi idi. İngilizler 1759’da Yedi Yıl Savaşları’nın önemli bir cephesinde Fransa’ya karşı Minden Muharebesi’nde yalnızca 5.000 piyade kullanırken sadece 56 yıl sonra yine Fransa’ya karşı diğer ordularla mukayese edilince küçük bir sayı olsa da 21.000 piyade kullanmak zorunda kaldı. Bu yüzden İngilizler insan gücünden ziyade malî “destek”lerle savaşları sürdürüyordu.
Avrupa devletleri için asıl problem anlayacağınız üzere para ve insan sıkıntısıydı. Napolyon meşhur Rus işgaline Büyük Ordu yani “Grande Armée” dediğimiz ordusuyla tamı tamına 685.000 askeriyle gitti. Bunların tahminen 410.000 kadar kesimini Fransızlar oluştururken Polonyalı, Avusturyalı, İtalyan, Bavyeralı, Saksonyalı,Prusyalı, Westfalyalı, İsviçreli, Danimarkalı, Norveçli, Portekizli, Hırvat ve İrlandalı unsurlar da bulunuyordu.[2] Anlayacağınız çoğunluğu Fransızlar oluştursa da çeşitli etniklerden de askerler bulunmakta. Elbette “millet” dediğimiz kavram birçok soyut ögelerden de azami düzeyde yararlanarak -sanılanın aksine din de bunlardan bir tanesi- “ulus-devlet”i oluşturan unsurdu. Artık askerlik,geçmiş yüzyıllardaki gibi “profesyonel bir hizmet” olmaktan çıkıp mensubu olduğun kolektif yapıya karşı bir “sorumluluk” haline Napolyon sayesinde erişmişti.
Şimdi elimizdekilere göz atalım, savaş artık beraberinde hiç olmadığı kadar iki sıkıntıyı beraberinde getirdiğini gözlemledik: para ve insan. Fakat bu çıkarımlar devletçi bir bakış açısıyla duruma bakmamızdan kaynaklanmakta. Her tarihçi, bir noktada ister istemez devletin resmî dili olan “belge”lerden faydalandığından devletçidir ve aslında modern devletin ya da “ulus-devlet”in bir numaralı propagandacısıdır. Bu bakış açımızı askerler bazına indirgediğimiz zaman daha “biz”den “şey”lere rastlamamız mümkün. En azından birazdan kendimizi askerlerin yerine koyarak empati kurmaya ister istemez başlayacağız.
Ona gelmeden önce bu “ordu-millet”in ne derece etkili olduğunu muhakeme etmeliyiz. Bunun için iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıracağız. Cihan Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu, küresel cihad ilan ederek bütün müslümanları tarafında savaşmaya davet etti. Bu duyuruya gösterilen rağbetin düzeyi, karşı cihadların da çıkmasıyla bellidir. Harp için toplamda 2.873.000 kişiyi savaşa çağıran Osmanlı[3],asker kaçaklarıyla karşılaştı. Osmanlı ordusundaki Alman heyetinin başkanlığını yapan Liman von Sanders, 1917’de yazdığı raporunda kaçak sayısını 300.000 olarak belirtirken[4] savaşta miralay rütbesiyle yer alan İsmet (İnönü) Paşa da hatıralarında 1918 yılı için aynı sayıyı vermekle birlikte “tarihimizde görülmemiş sayıda asker firarisi oluyordu” demekten kendini alıkoyamamıştır.[5] Yine 1918 yılı için dönemin gazetecisi Ahmed Emin (Yalman) ise devlet açısından çok daha vahim bir şekilde 500.000 firariden söz etmekteydi.[6] Millî Mücadele’de ise yapılan araştırmalar sonucunda ise Sakarya Meydan Muharebesi sonunda toplam firari sayısı 48.335 ulaşmıştı.[7]
Askerler arasında firariler ya da savaşmak istememe durumu sadece Osmanlı’nın son yıllarına has bir durum değildi. Nitekim 1791 yılında gerçekleşen ve literatürde “Maçin Boykotu” adıyla yer bulan olayda ordu adeta savaşmak istememiştir. Sadrazam ve Serdâr-ı Ekrem Koca Yusuf Paşa merkeze yeniçerilerin “kıyamete kadar da savaşsak galip gelemeyiz” bildirisini iletmek zorunda kalmıştır.[8]
Bir noktada “şehitlik” makamı da “ulus-devlet”lerce eğilip bükülerek “devlet”in istediği forma sokulmuştur. Ahirette ulaşılabilecek en üst makama(şehitlik) erişmek için Müslüman olmak ve eylemin amacının Allah yolunda olması gerekiyordu. Böylece ulus-devletler,“din” kavramına hiç olmadığı kadar çok sarılarak kendisini için canından feragat edecek olan insanlara da ulaşabilmiş oluyordu. Bundan dolayı Osmanlı gibi içerisinde birçok farklı dini barındıran imparatorlukların neden kendi benimsediği dinden başka insanların(gayrimüslimlerin) savaş(tırıla)madığını da açıklayan bir düzendi. Artık orduda “Alay Müftüsü” ve “Bölük İmamı” gibi yeni bürokratik kadro oluşturuluyordu. Sadece Ermeniler arasında onlarca cemaat varken tüm unsurlar için gerekli memur istihdamı adeta “imkansız”dı.
Demek istediğim şu; devlet, uğruna ölecek fedailerinin “kuru kuru” ölmeyeceğini garanti ediyordu. Gerçi Osmanlı toplumundaki haberdârlık ne dereceydi bunu görmek için eminim ki birçoğunuzun haberdâr olduğu bir alıntı yapacağım:
“Daha ilk derste belli oldu ki bölükte, hangi dinden olduğumuzu bile doğru dürüst bilen bir kişi yok. Bir gün askerlere sordum: – Bizim dinimiz nedir? Hepsinin bir ağızdan, ‘Elhamdü-l-illâh Müslümanız’ diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı, cevaplar karıştı. Kimisi ‘İmamı âzam dinindeniz’, kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada,‘İslâmız’ diyenler de çıktı ama ‘Peygamberimiz kimdir?’ deyince, onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi,‘Peygamberimiz Enver Paşa’dır’ bile dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, ‘Peygamberimiz sağ mıdır, ölü mü?’ deyince, iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu. ‘Peygamberimiz sağdır’ diyenlere, ‘O halde hangi şehirde oturur?’ diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. ‘Peygamberimiz ölmüştür’ diyenlere de ‘Ne zaman ölmüştür?’ denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu... Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu. Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmediği gibi, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen kimse de çıkmadı. Bunlar Osmanlı askeri ama?.. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Onlar da namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler... Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı: ‘Biz hangi milletteniz?’ deyince her kafadan bir ses çıktı: ‘Biz Türk değil miyiz?’ deyince de hemen, ‘Estağfurullah’ dediler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz ‘Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Ama onlara göre Türk demek, Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı. Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, adını, padişahın adını, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir. Hele iş vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler; belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”
Bu alıntı, muhataplarımın azımsanamayacak kısmının bildiği üzere Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” eserindendir. Fakat bu alıntı, bazı kesimlerce “Osmanlı’nın Anadolu’dan elini ayağını çoktan çektiği” gibi argümanlara alet edilmekte. Bu metin, genel olarak ulaşım ve haberleşmeden doğal olarak yoksun olan taşradaki toplumun,bihaberliğinin yansımasıdır. Ek olarak bu durum, sadece Osmanlılar’a özgü olmayıp çoğu devlette de benzerdir. Taşradaki halk, merkezdeki ilim ve irfandan “doğal” olarak bu derecede haberdâr olması normal. Örnek vermek gerekirse Eugen Weber, “Köylülerden Fransızlara: Fransa Kırsalının Modernleşmesi, 1840-1914” isimli eserinde bizlere birçok enteresan anekdotlar vermektedir. 1863 yılında, resmî rakamlara göre Fransa ahalisinin dörtte biri hiç Fransızca konuşamıyordu. İşin bir de gayrıresmî tarafı da düşünülürse bu oran daha da artabilir. Kendi dilinden anlamayan bir topluluğa ne derece bir şey öğretilebilir? Kolonizasyon sadece dışarıya değil,Fransa örneğindeki gibi “iç kolonizasyon” da hemen hemen her devlet tarafından gerçekleştirilir. Devlet, makul vatandaş için değer algıları yaratır ve bunlara uymayan bireyleri “hor” gör(dürt)ür.
Firariler mevzusuna geri dönecek olursam savaşın olduğu her yerde içgüdüsel olarak yaşama isteği belirgin faktör olarak rol oynamış olmalıdır. Nitekim bugün de tıpkı aynen benim yaptığım gibi konforlu evimde, bilgisayarımın başından canlı olarak hiçbir savaşta bulunmama rağmen cüretkârca savaş hakkında “atıp” bir de “tutuyorum”. Fakat belli bir kesim de var ki bilgisayarlarının başlarından adeta Genelkurmaymışcasına emirler vererek Türkiye’yi savaşa sokma gayretindeler. Neticede savaşacak olan onlar değil ya!? Benim “silahsız savaşım” onlarladır. 1815 Viyana Kongresi akabinde “Metternich sistemi” adını verdiğimiz düzende Avrupa, diplomatik ilişkilerde muhafazakâr bir imaja bürünüp statükoyu korumak adına “barışçıl” bir tutum izlemiştir. Yıllarca süren Napolyon Savaşları sonucu oluk oluk kan, balya balya para ve binlerce insan heba olmuştur.
Bugün Türkiye’yi savaşa meylettirmek isteyenler az önce de zikrettiğim gibi savaştan bihaberdir. Lojistik, konaklama, ikmal gibi unsurları görmemiş insanların bu tarz söylemlerde bulunmalarına tahammül edemiyorum. “Savaş”ın eskiden getirdiği yüklü ganimetten artık ne kadar söz edebiliriz? Aslında artık “savaş”tıkça fatura daha da kabarmakta. En başlıca soyut unsur “prestij” olurken uluslararası arenada böyle bir beklenti olmamasına rağmen “boş” bir iştahla bunun kovalanması pek de akıl kârı olmasa gerek. Ambargo, kan, enflasyon, işsizlik,göç, altyapı kaybı, psikolojik etkiler ve -şayet mağlubiyet gerçekleşirse- itibar kaybı gibi sonuçlara katlanabilecek bir yapı da hemen hemen hiçbir devlet bulunmamakta.
Ayrıca askerlerin psikolojik yapısını hiçe sayarak bu söylemlerde bulunmak, onların başta kendilerine olmak üzere ailesine, arkadaşlarına, sevdiklerine en büyük saygısızlıktır. Yazımın geri kalan kısmında bazı asker mektuplarından alıntılara yer vereceğim. Bu asker mektuplarına sosyal medyadan veya internetten ulaştığım için dipnot eklemeyeceğim. Bulgularımın kaynağı -belki sizlere de- tarihçiliğimi sorgulatsa da bu mektuplar gerçek olsun veya olmasın anlatmak istediği mesaj aynıdır. Bir “şey”in gerçek olması kadar, gerçek olmaması da -uydurulmuş olması- bu durumu anlatma ihtiyacından doğmuş olacağından sizlere sunmakta bir sakınca görmüyorum. İsimleri, ülkeleri, mektubun yazıldığı yılı, cepheyi ve mensubu olduğu fikri anlayamayın diye bazı dinî veya millî imgeleri de sansürleyerek bunu yapacağım. “Savaş” her ne kadar iki veya birçok taraflarca gerçekleşse de savaşan ve bunun bedelini ödeyen yine insanın kendisidir. Zaruriyet olmadıkça savaş,katliamdır…
Mektup 1: “…Savaş bitince evleneceğiz ve toprak senin gibi çiçekler yetiştirecek,karnın evrenin en güzel kızını taşıyacak.”
Mektup 2: “…Bir siperde yaşıyoruz ve yağmur yağmaması büyük bir şans, yoksa sürüklenip giderdik. Son zamanlardaki çatışmalar korkunçtu. Mermilerimiz düşmanı her yönden vuruyor ve siperlerdeki manzara korkunç. Ölülerin korkunç kokusu yüzünden solunum cihazlarımızı takıyoruz. Gözlerimden o manzarayı asla çıkaramayacağım ve bu sonsuz bir kabus olacak. Eve dönmeyi başarabilirsem, size her şeyi anlatabilirim ama kelimeler beni yarı yolda bıraktığı için yazamam. Bu duyguyu tarif edemiyorum.”
Mektup 3: “…Lütfen beni ömrünüzün sonuna kadar hatırlayın. Hepinize ayrı ayrı yazacak vaktim yok, ayrıca deneyimlerimin ayrıntıları için geri dönene kadar beklemelisiniz, eğer dönersem, ki bazen umutsuzluğa kapılıyorum…”
Mektup 4: “…Gazetelerin size verdiği bilgileri az çok biliyorum lakin bunlara inanmayın. Burada her şey pamuk ipliğine bağlı. Her an ölebilirim. Geri dönemezsem oğlumuza iyi bak.”
Mektup 5: “…Babanın seni her zaman sevdiğini bil, uslu bir çocuk ol ve anneni üzme. Yakında sana sımsıkı sarılacağım.”
Mektup 6: “…2 veya 3 gün içinde tekrar cepheye çıkmayı bekliyoruz, bu yüzden canım,benim için çok dua et... Sevgilim, şu anda daha fazla bir şey söyleyebileceğimi sanmıyorum. İyi geceler aşkım, Yaratıcı seni ve çocuklarımı korusun ve beni sevdiklerime geri göndersin, Sadık Kocan …”
Bu insanlar; birileri için evlat, baba, dede, kardeş, dayı, amca, arkadaş ve dosttu. Bu insanlar, “istatistiki” verilerden çok daha fazlasıydı. Başta canları olmak üzere kaybedecek çok şeyleri vardı ve bu paylaştığım mektupların hepsi savaşta ölmüş insanların sevdiklerine ulaştırabildikleri son sözleriydi. Sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum...
Dipnotlar
[1] Christopher Alan Bayly, “The Birth of the Modern World 1780-1914”, s. 92.
[2] Andrew Roberts, “Napoleon”, Kronik Yayınları, s. 615-639.
[3] Edward J. Erickson, “Size Ölmeyi Emrediyorum!: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu”, Kitap Yayınevi, s. 281.
[4] Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, Çev. M. Şevki Yazman, Burçak Yay.,s.222; Akdes Nimet Kurat, Birinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Bulunan Alman Generallerinin Raporları, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları,s.21.
[5] İsmet İnönü, “Hatıralar”, 1. Kitap, Yay. Haz. Sebahattin Selek, Bilgi Yayınları,s. 126-127.
[6] Ahmet Emin (Yalman), “Turkey in the World War”, Yale University Press, 1930, s. 262.
[7] Doğu Ergil, “Millî Mücadele’nin Sosyal Tarihi”, Turhan Kitabevi, s. 238.
[8] Aysel Yıldız, “Osmanlı Tarihinde Bir Ordu Boykotu: Maçin Bozgunu (1791) Akabinde Yaşanan Tartışmalar”, Cihannüma Tarih ve Coğrafya Araştırmaları Dergisi, Sayı 2 – Aralık 2016, s. 123-162.