Sevgili Sema Kendirci Uğurman, Türk Kadınlar Birliği’nin 100. yılı vesilesiyle sizinle bir aradayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutlarken aynı zamanda onun kuruluşunda çok önemli bir yeri olan TKB’nin de 7 Şubat 2024 itibariyle 100. yılını kutluyoruz. Öncelikle TKB’nin kuruluş hikâyesinden kısaca bahsederek başlayalım mı? Ve tabii kadın hareketi için o dönemde nasıl bir önemi olduğundan da bahsedebilir misiniz?
– Bu ender bulunan bir şey, bir kadın kuruluşunun 100. yılı. Çünkü 100. yıla ulaşmış bir başka örgütümüz yok. Tabii ki böyle bir şeyin içinde olmak, böyle bir kurumu temsil ediyor olmak benim için de önemli, heyecan verici. TKB’nin 100. yılını kutluyoruz ama onun geçmişinde bugün 101. yılını kutladığımız bir başka öykü var, o da Kadınlar Halk Fırkası öyküsü. Tarihine çok ilgi duyduğum için bu örgütün içinde yer almaya severek talip oldum. Aslında arkadaşlarımın biraz zorlamaları da oldu, gir, gör, nedir, ne değildir diye. Sendikal deneyimlerim çok fazlaydı. Buraya davet edildiğimde, kadın örgütlenmesi nedir diye merak ettiğim için geldim. Bu ülkede her başarının mutlaka örgütlü mücadele ile mümkün olacağına dair kesin bir önyargım var. Geldikten sonra da tabii ki tarihini öğrenmeye çalıştım. Bu süreçte da sevgili Yaprak Zihnioğlu bana çok yardımcı oldu. Onun yol göstericiliğiyle bir sürü şeyi öğrendim. İlk tezini de 90’lı yılların sonunda bana yollama nezaketini göstermişti. Onu hâlâ saklıyorum, çok hoş bir anı benim için. Pek iyi bilmediğim bir alana girmiştim ve hep şöyle bir öykü anlatılıyordu. 80’li yıllardan sonra kadın hareketi gelişti, güçlendi, örgütlendi, bir araya geldi. Oysa ben 70’li yıllarda Türk Kadınlar Birliği’nin Medeni Yasa ve Ceza Yasası’nda eşitsiz hükümlerle ilgili çalışmalarını öğrenmiştim ve bu doğrultuda bilgi yayma ve kamuoyu oluşturma gerekliliğinin de farkındaydım. Bu geçmiş özellikle 1996 yılından itibaren Yasalar Önünde Tam Eşitlik kampanyamızı başlatmamıza da temel teşkil etti. Kadın örgütleri ya da bütün kuruluşlar “80 sonrası feminist hareket” diye konuşuyorlardı.
Halbuki gördüm ki 1980 sonrası derken geride 80 yıllık bir geçmiş var. Çok dikkate değer bir alandı ve sevgili Yaprak’ın da katkısıyla, öğretisiyle, yol göstericiliğiyle bir sürü şeyi okumaya, öğrenmeye ve incelemeye başladım. Anladım ki geçmişteki tarihi bilmeden 1980 sonrasını doğru konumlandırmak mümkün değil. Ve geçmişte o kadar öğrenilecek şey var ki bunu saklamak, bunu bilmemek bizim ayıbımız olacak. Bilmek, okumak, ortaya çıkartmak, hatta kamuoyuna mal etmek ve bununla övünmek. İlk düşüncem bu oldu. Nitekim bir sürü şey öğrendikten sonra çok önemli bir yerde bir konferansta konuşmacıydım ve dedim ki “Arkadaşlar seneler- 37 ce bize her yerde kadınlara bu ülkede Cumhuriyet’ten itibaren her hak altın tepsiler içinde sunuldu, kadınlar da bunun kıymetini bilmediler diye öğretildi. Ben de bundan hep biraz mahcubiyet duymuştum. Ama bugün anlıyorum ki hiçbir şey kadınlara altın tepsiler içinde sunulmamış.” Söylediğimi çok inanarak söyledim ama herkes beni çok şaşkınlıkla dinledi. Gerçekten 8 Mart törenlerinde, 5 Aralık kutlamalarında, hani çok özel günlerdir ya bunlar, ne zaman o tarihlerde bir yerlere katılsam hep bu cümleleri duyardım. Tarihte ortaya çıktı ki kimse kimseye bir şey armağan etmemiş.
Bunu öğrenmek bile benim için o kadar sevinçli bir duygu oldu ki. Birinci olarak, tarihi düzelttik. İki kuruluşu var TKB’nin. Şimdi bizim temsilcisi olduğumuz ikinci kuruluş, yani 1949 yılındaki kuruluş. Tüzük onu başlangıç olarak görüyordu. Ama biliyorsunuz 1924’teki ilk kuruluşu da var. Ben hemen bir tüzük değişikliği yapalım dedim. Sanıyorum ya 1998 ya da 2000’de oldu bu. Dedik ki bu tarihin tamamı bizim tarihimiz, yani TKB 13 Nisan 1949’daki kuruluşundan önceki, 1924 yılındaki kuruluşunun da devamı olduğunu kabul etti. Gerekli hukuki ifadeleri kullandım ve iki kuruluşu birleştirdim. Dolayısıyla şu anda bizim tüzüğümüzde mevcut ifade ile yüzyılın sahibi biziz, mirasçısı biziz. Sonuç olarak tarihimizi hukuki zeminde güvenceye aldım ve bu tarihi övünerek konuşuyor ve paylaşıyoruz. Çünkü 1935’te kapandıktan sonra sanki sahipsiz bir şey var orda. Evet, böyle bir kuruluş olmuş, evet böyle bir tarih var ve sonra bitmiş. Fesih kararını almışlar ve tarih bitmiş. Ondan sonra 1949’da yeni bir tarih başlıyor. Ama biz devamı olduğunu kabul edip 100 yıllık tarihi birleştirmiş olduk. İkinci olarak, tarihi öğrenmeye başladıkça şunu anladık. Tarih kesinlikle Kadınlar Halk Fırkası’ndan başlamalı. Yani bir parti kurmak üzere aydın, cesur, bence fazla cesur kadınlar, okumuş, yazmış, dil bilen kadınlar o tarihte bir araya geliyorlar. Gazeteci, yazar, çizer, edebiyatçı ağırlıklı özellikle, Nezihe Muhiddin filan, perspektifi inanılmaz aydın bir kadın profili var.Okuyan, yazan ve dil bilen, bulunduğu çağın ötesinde tahsillere, görgüye ve ilgiye sahipler. Örneğin İngiltere’yi biliyorlar, Süfrajetleri tanıyorlar. Dışarıdaki, Avrupa’daki toplantılara katılabiliyorlar. Tarihi oradan başlatmak doğru bir giriş olur dedik bu yüzden. Parti kurmalarına izin verilmemesi üzerine cemiyet olarak örgütleniyorlar. Tabii izin verilmemesinde, bir hukukçu olarak yasal zeminin yokluğunun da etkili olduğunu tahmin edebiliyorum.
Muhtemelen parti kuruluşu için başvuru yapıldığında bence İçişleri Bakanlığı da inanamamıştır, “Ne istiyor bu kadınlar?” diye. Çünkü böyle bir yasal altyapı yok ki, zaten kadınların siyasi hakları da yok. Bir tek örgütlenme modeli olarak Cumhuriyet Halk Fırkası biliniyor. Oysa kadınlar o tarihte biz de örgütleneceğiz diyerek, parti olarak, Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı atak bir örgütlenmeye geçiyorlar. Yetkililer de muhtemelen şaşkına dönüyorlar. Zaten Haziran’da başvuru var, daha Cumhuriyet ilan edilmemiş. Sonra diyorlar ki Cumhuriyet’in ilanından sonra biz bu kadınları reddedelim. Çünkü seçme seçilme, siyasal hak istiyor. Kadınların daha rüştünü bile ispat etmediği düşünülürken birileri geliyor her yere girmeliyiz, çıkmalıyız, müdahale etmeliyiz, karışmalıyız diyorlar. Sonuç olarak dernek çatısı altında örgütleniliyor. O tarihteki örgütlenmelerde belirli bir gözdağı almış halleri var. Siyasal haklar zamanı gelince Sema Kendirci Uğurman 38 nuşulur ama çok ileri gitmeyin gibi bir satır arası okuyorum ben. Benim için çok değerli bir tarih başlıyor. Neden? Bir kere örgütleniyorlar az ya da çok. İki, ülke üstünde yaygınlaşmaya başlıyorlar. Bakın size çok ilginç bir örnek vereyim. O tarihlerde Doğu bölgelerinde de şubeler açabiliyorlar. Ben kendi dönemimde 2000’li yıllarda avukat arkadaşlarım aracılığı ile bazı illerde şubeler kurmak istedim. Yardımcı ve kurucu olunması için çok rica ettim. Sonra bir arkadaşım bana “Canım çok ısrarcı olmasak, burada Türk Kadınlar Birliği lafı çok kabul edilir gibi görünmüyor,” dedi. Biz 2000’li yılları konuşuyoruz, o zaman yıl 1924. Biz geriye gittik demekti benim için bu. O tarihte orada şubeler açılıyor. Bu hayranlık uyandıracak bir şey. En tutuk, çekingen oldukları, ikaz aldıkları dönemde bile, 1925 yılından sonra Medeni Kanun çalışmaları var. Bir hukuk komisyonu kuruyorlar ve diyorlar ki “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir çalışma var, biz bu Medeni Kanun’a müdahale edelim.” Bir tasarı hazırlıyorlar 1926 yılında, daha yasa çıkmadan önce ve Meclis’e gidiyorlar. O tarih[1]te Adalet Bakanı ile görüşüyorlar. Diyorlar ki “Siz yasa yapıyorsunuz, bir hazırlığınız var. Biz de buna müdahale etmek istiyoruz. Bizim taleplerimiz var” diyorlar.
İşte 1924-26 arası gibi bir dönemde bunu söyleyebilmek bence çok övgüye değer bir tavır ve duruştur. Biz 2002 yılında Medeni Kanun’un son değişikliğini sağlarken onlar gibi aynı tarzda müdahale ettik. Tasarı hazırladık, Meclis’e gittik, müdahale ettik, biz bunları istiyoruz dedik. İnanılmaz! 1925 yılında örgütlü bir mücadeleleri daha var. Eşit işe eşit ücret mücadelesini başlatıyorlar. Hâlâ devam ediyor farkında mıyız? Bu ülkede kadınların eşit işe eşit ücret talep etmeleri ve sokağa çıkmaları benim için o kadar önemli ki, o kadar değerli ki... Şimdi bu tarihi bilmemek, bu tarihi ortaya çıkartmamak, bu tarihi saklı tutmak... Kim buna yakın duruyorsa benim için makbul değildir. Tam tersi, bunlar ortaya çıkmalı, açıklanmalı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kapısını çalıyorlar, üye olmak istiyorlar ama bütün bunlar kamuoyu yaratmak için. O kadar güzel kamuoyu yaratacak müdahaleleri var ki lobicilik yapıyorlar. Meclis’te yaptıkları o; bakanın kapısını çalmak, bunları istiyoruz demek, birtakım milletvekillerini yanlarına çekmek istemek. Ancak Cumhuriyet Halk Fırkası’na üyelik talepleri kabul edilmiyor. Dışarıya çıkıp diyorlar ki “Yapmadılar ama biz seçimlerde yine de aday göstereceğiz.” Herkes dönüp bakıyor, gülüyor, “Ya olmaz öyle şey, seçme ve seçilme hakkınız yok, aday gösteremezsiniz” diyorlar. Nezihe Muhiddin ve Halide Edip’i aday gösteriyorlar. Sonuçta ortaya çıkıyor ki bu kadınlar oy alıyor. Hatta Latife hanımın bile oy aldığı ortaya çıkıyor. Çıkıp diyorlar ki “Gördünüz mü, halkımız hazır, siz bize rüştünüzü ispat etmediniz diyorsunuz. Oysa biz ispat ettik, halkımız da hazır bize oy vermeye.”
Hazır olmayanın kim olduğu ortaya çıkıyor böylece, değil mi?
– Evet. Bu tarihe hayran kalmamak mümkün mü? Ne kadar ilerde bir şey. İlk olarak Belediyeler Kanunu değişikliği ile yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkı için 3 Nisan 1930’da yasa çıkıyor ve 11 Nisan’da Cumhuriyet tarihinin ilk kadın mitingini yapıyorlar. Afiş hazırlıyorlar; bir kadının elinde broşür var, mitinge davet ediyor. İnanılmaz güzel bir afiş. Ve kürsünün üstüne bir kadın çıkıyor, başında şapka, son derece şık ve bağıra bağıra konuşuyor. Eksik olanları istiyor. “Yerel yönetim tamam ama daha eksik var” diye devam ediyorlar. Daha da ötesi, işte o 1933’te muhtarlık ve köy ihtiyar heyetlerine katılma hakkı çıktı. 5 Aralık 1934’te de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilme ve seçme hakkı çıkıyor. Son hakkın kazanılması ile birlikte Taksim’de geniş katılımlı bir miting daha yapıyorlar.
Daha da ilerisi 1935’te 12. Uluslararası Kadın Birliği Toplantısı’nın Türkiye’de yapılmasının sağlanması. Bu bence tarihte görülmüş, en güzel, en başarılı, en deneyimli, en olgun uluslararası kadın toplantısıdır. Konulara bakar mısınız? Barış, feminizm, erken yaşta ve zorla evlilikler... Hâlâ bunların üstesinden gelemedik. Ve o çapta, o bilgi içeriğiyle, o katılımla bir toplantı bu ülkede asla bir daha yapılamadı. 40’a yakın ülkeden 500’e yakın delege katılıyor ve bu başlıkları tartışıyorlar. Bütün dünya gazetelerinde Türk kadınının nerede olduğuna dair yazılar çıkıyor. Tabii orda şu unsuru asla unutmayacağız. Toplantı Atatürk’ün himayesinde. Çok doğru ki, ben de siyasi iktidar olsam 39 o tarihte bu propagandayı yapmak için hiç fırsatı kaçırmazdım çünkü bütün dünya gazetelerinde o çıkıyor; buradaki kadınlar ne kadar önde, ileride ve gözde kadınlar diye. Çok önemli. Atatürk de zaten himayesine alıyor. Müthiş bir şey. Ama bunu sağlayan kadınların örgütlü talepleridir, örgütlü mücadeleleri ve duruşlarıdır, sağlamlıklarıdır. Buraya kadar örgüt ve başarıları için genel bir değerlendirme yaptık. Ama bir de Nezihe Muhiddin etkisi var. Mücadelesini ve yaşamını öğrendiğimde böyle bir örgütçü, başkaldıran, direnen modele hayran kalmamak elde değildi. Ben de bu tarihe sahip kuruluşun temsilcisi olarak böylesine bir önder ve rol modelin unutturulmasına asla izin verilmemesini amaç haline getirdim. Biliyoruz ki siyasi iktidar Nezihe Muhiddin’e karşı durmuştur. Özellikle Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi’nin düşmanlıkları ve kara propagandaları dillere destan. Sevgili Yaprak kitabında bütün karikatürleri de koymuştur. Fakat bence kadın örgütlenmesinde de yani bizim örgütün içinde de “bu kadın çok ileri gidiyor” diyen bir bakış açısı da var galiba. Bunu duygu olarak söylüyorum, çok bilimsel konuşamam.
Genel olarak siyasi iktidara çok suç atılmıştır, iktidar yaptı bunu diye ama örgüt içi çok yoğun bir biçimde sahiplenme olsaydı Nezihe Muhiddin o vefasızlığı yaşamazdı bence. Çünkü yapılan genel kurulda onu ortadan kaldırmak için başka bir liste çıkıyor ve nitekim o başarılı oluyor. Dolayısıyla örgüt içinde de böyle bir bakışın var olduğunu düşünenlerdenim. Çok ilginç bir sonuç söyleyeceğim size, bu yıllara atlayarak. Biz Nezihe Muhiddin’e çok sahip çıkmak istedik ve çıktık da. Önce mezarını aradık, bulamadık. İki yılı aşkın bir süre İstanbul’da demir asa demir çarık gezdik ve sonunda bulduk. Bulduğumuzda mezarını yaptıralım dedik. İstanbul Mezarlıklar Müdürlüğü bize dedi ki “Yaptırmanıza izin vermeyiz. Bu toprağı satın almanız lazım,” dediler. Kabul dedik. Toprağı satın aldık ve mezarını biz yaptırdık. Bir yeğeni var, sanırım tek mirasçı, onu da davet ettik. Mezarının başında törenler yaptık. Bugün artık son derece mütevazı, şık ve başucunda törenler yapılabilecek güzel bir mezarı var. Galiba kimse böyle bir sahiplenme göstermemişti ama ben başardım. Şunu söyleme[1]ye çalışıyorum. Vefa göstermek için, tarihi ortaya çıkarmak için, sahiplenmek için, hiçbiri için geç değil. Daima yapılabilir, olabilir. Yeter ki kadın hareketinin kazançlarını gün yüzüne çıkartmak için kararlı olun. Biz bu kararlılığı gösterdiğimiz için çok övünürüm. Çünkü tarihi bilmemek değil anladım ki öğrenmemek ayıp. Öğrendim, açığa çıkarmamak, yaymamak, büyütmemek, genişletmemek, öğretmemek iyice ayıp geldi bana.
İkinci döneme geçmeden hemen şunu da sormak isterim. En çok ismini duyduğumuz, bildiğimiz kurucu kadınlar Latife Bekir, Nezihe Muhiddin, Sabiha Sertel ve Şukufe Nihal dahil o dönemde TKB’de örgütlenen kadınların profillerinden bahsedebilir misiniz? Farklılıkları ve ortaklıkları nelerdi? Farklılıklar ve ortaklıklar içinde nasıl ortak bir mücadele verebildiler?
– Bir kere o örgütlenmenin başında buna sahip çıkan kesim; aydın, okumuş, yazmış bir kesim. O dönemde Türkiye standartlarının çok üstündeler bence. Farklılıkların şu noktada olduğunu düşünüyorum. Daha alçakgönüllü davranmamız gerekli diyen bir grup var. Yardım buna dahil olsun, sırf politik tavır olmasın, daha iyi yardımlaşma, daha çok sahiplenme olsun diyen. Çünkü savaşın hemen sonrasında Türkiye’nin fakirliğinin farkına varma durumu da var. Nitekim aradan dört beş yıl geçtikten sonra bir yardım örgütlenmesi de ortaya çıkıyor. Devlet güdümlü, karma bir örgüt, kadınlı erkekli bir grup Türkiye Yardımseverler Derneği’ni kuruyor. Şimdi muhtemelen bizimki fazla politik görüntü arz ettiği için böyle bir örgütlenmeye ihtiyaç duyuluyor. Ama TKB’nin kendi içinde, örgütlenmeye yönelmiş kadınları biraz geride durmaya da ikna etmeye çalışan bir ekibin olduğunu düşünüyorum. Ama o bile yine sınıf olarak üst sınıftan. Çünkü yardım yapmak, fakirleri doyurmak, çocuklara sahip çıkmak, bunlar belirli bir sınıfsal altyapıyı gerektiriyor.
Fakir insan kalkıp fakiri doyurmak için örgütlenmez. Şunu da hiç unutmamak lazım. O tarihten itibaren 12 tane milletvekili bu dernekten çıkıyor. Hiçbir örgüt bu ülkede uğruna mücadele ettiği ve yasasını çıkartmayı başardığı haktan –siyasi haklar– bizim örgüt kadar yararlanamadı. Çünkü bu örgütte yer alanlar zaten profil olarak çok üst düzeydir.
Yani Atatürk gördü, beğendi, Satı Kadın’ı milletvekili yaptı deniliyor ama o istisna bir durumdur. İlk seçimden son seçime kadar profile bir bakın. Üst düzey –okuma yazma oranını da kastediyorum–, zengin, sınıfsal bir ayrıcalığı var. Kendi içlerinde çelişkileri bile olsa ya da kendi içlerinde görüş farklılıkları bile olsa altyapı çok önemli. Sonra bakın aradan yıllar geçti. Ben devraldığımda genel profil neydi biliyor musunuz? Emekli öğretmen. Tabii ki belirli bir sınıfsal yapı da vardı, farklı meslek sahibi insanlar da vardı ama bana teslim edilen profilin içinde %70-%80 emekli öğretmendi. Yani hiç o entelektüel düzey düşmemiş. Sınıfsal olarak bir sürü şeyin farkında olan bir altyapıya sahibiz örgüt olarak.
Ama üst sınıftan daha orta sınıfa açılmış bir profil var anladığım.
– Evet. Ben yeni genel başkan olduğumda şöyle bir sohbet yapılmıştı, “İlk defa bizim bir meslek sahibi genel başkanımız oluyor.” Nasıl yani dedim. “Siz avukatsınız” dediler. Bundan önce bir avukat daha var aslında ama politik figür olarak çok önde. Günseli hanım, Günseli Özkaya. Müthiş, efsane bir dönem. Bir sürü şeyi ortaya çıkaran bir kadın o. Sonra ben onunla tanıştım, çok sohbet etme şansım oldu. Birisi bana dedi ki “Ama dernekçilik boş zamanı olan kadınların işi”. Şimdi bu benim için çok ilginç bir anekdottu.
“Hani siz koşturuyorsunuz, meslek sahibi bir avukatsınız, işiniz gücünüz çok. Bize daha çok emekli, boş vakti çok, yardım etmeyi seven kadınların meşgalesi gibi geliyor” dediler. Yani çok koşturuyorsanız, küçük çocuğunuz varsa dernekte çalışamıyorsunuz. Neden? Çünkü çocuklarına bakmak zorundalar. Emekli olmayanlar dernekçilik yapamıyorlar. Dernekçilik diye de bir laf var. O tarihten bu tarihe böyle bir değişim var. Dernek lafını kullanıyorlar. Ben sivil toplum örgütü dedikçe birisi uyarmıştı beni: “Ama biz derneğiz, siz örgüt örgüt deyip duruyorsunuz.” Ben de “Bizim gerçek adımız sivil toplum örgütü, yapımızı şuna dönüştürmeliyiz” filan diye böyle yumuşak bir şekilde anlatmaya çalışıyorum. 12 Eylül’ün etkisi var, örgüt kötü bir şey, tabii ki herkesin şuur altında bu var. 12 Eylül’den sonra entelektüel seviye daha da düşüyor. Genel başkanın profili zaten zayıf ve entelektüel olmaktan çok öte farklı bir profildi. Nitekim o da milletvekili oldu.
Gelelim ikinci döneme. TKB’nin merkezi ve kent örgütlenmesi olarak örgütlendiğini görüyoruz. Kuruluşundan bugüne dek hangi illerde başlıyor örgütlenmeye ve sonra hangi illere yayılıyor? Hangi faaliyetlerde bulunuyor? Nasıl kadınlarla bir araya geliyor? Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt ve dindar kadınlarla nasıl ilişkiler kuruyor ve birlikte politika yapabiliyor mu?
– İkinci kuruluştan sonra beş tane genel başkan var. Ama asıl etkinlikler 1960’lı yıllardan sonra hız kazanıyor. Bunun anlamı şu, 1960’lı yıllardan sonra avukat Günseli Özkaya genel başkanlığı alıyor. Hem gazetecilikten hem hukuktan mezun, fi- 41 ilen avukat, gazeteci, yazar, entelektüel bir kadın. Onun dönemi hakikaten efsane bir dönem. Ondan sonra 12 Eylül 1980’de kapatılıyor. Tekrar açıldığında Günseli hanım milletvekili olduğu için, o tarihte yönetim kurulunda olan bir başka kadın başkanlığa seçiliyor, o da Ayseli Göksoy. Ayseli hanımın asla entelektüel uğraşları yok. 8 Mart’ın tarihini “Vatan Millet Sakarya karıştırdığına göre muhtemelen bilmiyor bu tarihi” diye kuşkulanmıştım. Ben görevi ondan devraldım. Biraz önce bahsettiğim profilde kadınlardan oluşan bir ekip ve kırka yakın şube bana teslim edildi. Ben sonra o şube sayısını seksene çıkarttım. İki profil arasında ciddi bir fark vardı. Benden sonra kurulanlar ya benim ilişki kurup kurdurduğum şubelerdi ya da beni televizyonlarda seyreden ya da gittiğim illerde ilçelerde yaptığımız etkinliklere gelip katılan, gören, tanıyanların talepleriyle oluşan bir profildi. Yine orta ve üst sınıf fakat entelektüel düzey düşük. Benden sonra değişim; daha dili farklı, daha meslek sahibi, daha sorumlu, boş vaktim olursa yaparımdan ziyade zaten yapmalıyız, vakit ayırmalıyız diyen ağırlıklı bir kesimin yer aldığı bir örgütlenmeye doğru oldu. 1980 öncesinde, Günseli hanımın zamanında, entelektüel düzey çok yüksek çünkü Günseli Hanım aynı zamanda Dünya Kadınlar Birliği’nin devam eden ilişkisi içinde genel sekreterliğini yapıyor. Türkiye’de TKB çok gözde ve önde bir kuruluş. Örneğin 27 Mayıs’tan sonra kurulan –bunu bana Günseli hanım anlatmıştı– Senato için bizim dernek muhatap alınarak deniliyor ki “Biz kadın senatör istiyoruz. Sizden bize aday göstermenizi istiyoruz.” Bu kadar önemli bir konumda TKB. Nitekim Zerrin Tüzün, yani ilk kadın senatör bizim üyemiz.
İlk İl Belediye Başkanı Müfide İlhan da bizim üyemiz. Lale Müdür üyemiz. Örneğin İran Şahı Türkiye’ye geliyor ve bizim dernekten eşine, o tarihte prenses Süreyya ile evli, mihmandarlık yapmasını istiyor. O kadar ciddi, önemli, değerli ve gözde bir kadın örgütlenmesi. Ama bu arada yasalarla ilgili talep ve çalışmalar da tüm hızıyla devam etmekte. Örneğin Medeni Kanun’daki aile hukukundaki eşitsizlik hükümleri için ciddi bir kampanya başlatıyorlar. Ceza Kanunu’yla ilgili kadının ailenin malı olması, giderek toplumun malı olmasıyla da ilgili diye yine ciddi bir kampanya başlatıyorlar. Örneğin Günseli hanımın ortaya attığı en önemli konu, o tarihte –tabii sizlerin yaşı yetmez ama ben yetiştim– Ceza Kanunu’nda kadının zinasıyla erkeğin zinasının farklı cezalandırılıyor olması.
Bu eşitsizliği slogan haline getiriyor ve bu yasa değişmeli, diyor. Bu derneğin hak savunuculuğu işlevi olarak, geleceğe dönük çok ufuk açan bir tutum ve davranış. Nitekim 30 yıl sonra bunu değiştirmek bize kısmet oldu. Tam da bu noktadan aile hukukunu değiştirdik, eşitliğe dayalı bir temsiliyet geldi Medeni Kanun’a. Ceza Kanunu’nu değiştirdik. Kadın ailenin malı, toplumun malı olmaktan çıkıp birey oldu. Günseli hanım orada da bir başka simge kullanıyor. Evli kadını kaçırdığınız zaman bekar kadını kaçırmaktan daha fazla ceza görüyorsunuz, neden? Çünkü evli kadın daha değerli. Neden? Çünkü suç aileye karşı, giderek topluma karşı işlenmiş oluyor. Böyle simgesel bir mücadelenin önünü açabilecek –tabii hukuk bilgisi de çok iyi olduğu için– kampanyaları başlatabiliyor. Dernek, Türkiye’nin en umulmadık yerlerinde örgütlenebiliyor. Ben mesela yıllar sonra Kars’ta bir şube açmak istedim ama bana dediler ki “Yıllar Sema Kendirci Uğurman 42 önce, Günseli hanımın zamanında, burada o kadar başarılı bir şube vardı ki”. 1950’li yıllardan itibaren Erzurum gibi yerde şube var. Bence bu entelektüel düzey ve güvenilirlik Günseli hanımın kişisel olarak etkileyici formasyonu ve kampanyalarının başarılı sonucudur diye düşünüyorum.
Bundan sonra başımıza şöyle bir talihsizlik geldi. Benden önceki Genel Başkan Ayseli hanım Günseli hanımı üyelikten ihraç etmiş. Günseli hanım dava açmış ve kazanıp dönmüş. Zaten 12 Eylül’de kapatıldığında bir takım arşiv bilgileri kaybolmuş. İkinci hasar da bu dava açıldığında mahkeme bütün belge ve bilgileri istiyor. Ayseli hanım onların hepsinin aslını gönderiyor mahkemeye. Çok üzgünüm, ben bir avukat olarak, Ankara’da bütün arşivleri taramama rağmen bir tek dosya, sayfa bulamadım o belgelerden. Böylece arşiv gitti. Günseli hanım davayı kazanıp benim zamanımda geri döndüğünde ben tabii büyük törenler yaptım, onu Onursal Başkan ilan ettim. O kadın zaten milletvekili olarak da başkan olarak da önemli, değerli ve efsane tarihin sahibi olan bir kadın. Nitekim kendi arşivinde bulunan birkaç çalışma raporunu bana vermesiyle ben onların içinden bu özetleri çıkartabildim. Zaten o dönemi de yani ikinci kuruluştan sonraki çalışma dönemini, Aksu Bora yazdı. Geride müthiş bir tarih var fakat benim elimde arşiv yok. Ne büyük bir talihsizliktir ki bunlar böyle bir olayın içinde kayboluyor. Bunu bilgisizliği, cehaleti ve bir tarihi bilmemenin sonucu olarak değerlendiriyorum. Bu arada Ayseli hanım genel başkanlığı alırken Turgut Özal’ın karısı Semra Özal’la kavga çıkmış çünkü o almak istiyormuş başkanlığı. Çok çekişmeli bir genel kurul olmuş, Semra Özal kaybetmiş, Ayseli hanım kazanmış. Semra hanım kaybettikten sonra da gitmiş Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı diye bir vakıf kurmuş. Hatta esprisi vardı, papatyalar filan derlerdi, onu kurmuş. Yani bizim dernek bu kadar önemsenen, değer verilen bir kuruluş konumunda o dönemde de. Ben devraldığımda şu etkinlikler yapılıyordu; bakanlara ziyaretler, illerde 8 Mart ve 5 Aralık kutlamaları.
Seçme seçilme hakkı meselesinde tarihi bilgileri yayabilelim diye onları ben de sürdürdüm her yıl, her dönem. 5 Aralıklar bizim siyasi haklara katılım konusundaki kazançlarımızdır diye, o geleneğe hiç dokunmadım. Her yıl bir şubenin ev sahipliğinde mutlaka Anadolu’ya gidiyoruz. Ankara, İstanbul, İzmir’de kalmıyoruz. Bunların dışında yazılı çizili proje anlamında geleceğe dönük üretilen hiçbir şey yoktu. Onları ben yerleştirmeye çalıştım. Bir kere şube sayısını arttırmaya çalıştım. Sonra bu tarihi ortaya çıkartmaya uğraştığım dönemlerde bir toplantıda –bunu her yerde anlatırım– ben “Böyle bir tarih var, bizim geçmişimiz var, buna sahip çıkmalıyız, herkese anlatmalıyız, öğretmeliyiz. Bu Cumhuriyet tarihi, bu kadın hareketinin tarihidir, başarısıdır” falan derken Ayseli hanım bana döndü dedi ki “Bu saçmalıkları nere[1]den çıkartıyorsun?” Benden çok rahatsız olmuştu. 6 ay sonra kendi zamanından kalma şubelerden benim genel başkanlıktan düşmem için imza topladı.
Tüzüğe göre yasal olarak beşte biri imzayı topladığı zaman benim olağanüstü genel kurul yapmam ve seçimle genel kurulu yapmam gerekiyordu. Ama ben kararı aldım ve dedim ki “Bu işler keyfi olmuyor. Ben reddediyorum. Tüzüğe rağmen talebinizi reddediyorum. Gidin dava açın ve haklılığınızı ispat edin.” Çünkü el altından bana dediler ki gizlice, Ayseli hanım herkese diyormuş ki “Bu kadın öğrenciyken komünistmiş. Dolayısıyla derneğimize çok büyük zarar verebilir. Bunu başkanlıktan düşürelim.” Kahkahalarla güldüm. Zaten çalışarak okumuşum, çok da övünürüm öğrencilik yıllarımla falan deyip talebi reddettim. Tahmin edebileceğiniz gibi dava açmaya cesaret edemediler. Ben de dolayısıyla artık o cehaletin gölgesini bu derneğin üstünden kaldırmak için yıllarca uğraştım.
Peki farklı kadınların bir aradalığı konusuna dönersek Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt ve dindar kadınlarla ilişkiler nasıl oluyor geçmişte ve bugün?
– Orası tartışma dışı, hepsi aramızdalar hiçbir ayrım yok. Örneğin Antakya şubesi bunun çok tipik örneği. O kadar değerli, o kadar ilgili, o kadar birlikte üretimleri var ki... Ben çok sonradan birileri söylediği için bir arkadaşımın Ermeni olduğunu öğrendim. İnanılmaz bir tavır ve tutumları vardı. Ben yönetime aldığım arkadaşımın Alevi olduğunu hiçbir zaman bilemedim. Ya da şube- 43 de çalışan Kürt arkadaşımın Kürt olduğunu bilemedim.
Ayseli hanım da bunun farkında değildi muhtemelen. Çünkü bir gönüllülük, dernekçilik meselesi de var ya, yardımseverseniz, birazcık da paranız varsa o da sorgulamamış belli ki. Çünkü ben ondan aldığım şubelerde de bu profili gördüm. Benim ayrıca avukat olarak da özel bir tutumum olduğu için her tür, sınıf, profilden kadın davası da aldığım için hiç tartışmasızdı bu konu benim için. Herkes için de özel bir örnektim zaten. Derneği unutun, ben sendikalardaydım o tarihte ve bizim için bu sayılanların anlamı yok, adı yok, içeriği yok, tartışması yok. Savunuyoruz çünkü insanları. Benim o örgütlü sendikacılık geleneğimde de yok, kadında da yok, erkekte de yok, ofisimde de yok, ofisimde de serbest avukat olarak çalışmaya devam ediyorum.
Dernek olarak Türkiye’de ilk toplum merkezlerini biz açtık. Bunlar genellikle Ankara’da. Mamak ve Şafaktepe’de açtığımız iki önemli bölgede ağırlıklı olarak Kürtler ve Aleviler vardı. Bizim Ankara’da en çok hizmet götürdüğümüz kadın kesimidir. Sonra üçüncü toplum merkezimizi Gökkuşağı’nda açtık. Ortaklık ettiğimiz Belediye Başkanı beni uyarmıştı “Sema hanım çok tutucu bir çevre. Oradaki kadınlara nasıl ulaşabilirsiniz? Din çok etkili ve o dindar kesim daha kapalı, sizi zorlayacak bir çevre. İsterseniz vazgeçin oradan.” diye. Dedim “Hayır, tam tersi orayı istiyorum.” Yani ben hiç bu anlamda profil ayırt etmedim. Fakat dediğim gibi Ayseli hanım döneminde de bunun bu kadar net olarak ayırt edilmiş olduğunu düşünmüyorum. O bilinçsizdi. Ben bilinçliydim.
Onun başka ölçütleri vardı; yardım, para, destek, birliktelik gibi. Ama benimkisi son derece bilinçli bir seçimdir. Sorgulanmayacağını öğretmeye çalışmışımdır, kapıdan girene soramazsınız şeklinde. Dolayısıyla o konuda hakikaten çok başarılı bir sınav vermişizdir. Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’nun 2019 Dünya Kadınlar Günü için hazırladığı “Türkiye’nin Öncü Kadınları” illüstrasyon serisinde Nezihe Muhiddin.
Peki hep böyle miydi TKB? Farklı kadınlara hep bu kadar açık mıydı?
– Hayır. Örneğin türban kavgasını anlatacağım. Ayseli hanımın zamanında, Ankara’da Kara Çarşafa Hayır diye kampanyalar yapılmış, bizimkiler katılmış, hatta önderlik etmiş. Türban değil ama kara çarşaf meselesi belirleyici ve önemli olmuş. Şimdi şöyle bir profili asla unutmayacağız. Belki biraz da geçmişe dönmek lazım. Günseli hanımın döneminde düşünün ki bir genel kurula Cumhurbaşkanı İsmet İnönü katılıyor ve konuşma yapabiliyor. Müthiş bir şey. TKB’de Kemalist, Atatürkçü ve CHP’ye yakın bir profil görünüyor. Ondan sonraki dönemde net bir ideolojik yapı olmamasına rağmen gene de devam ettiriliyor.
CHP’ye yakınlık demeyelim artık çünkü Ayseli hanım Doğru Yol Partisi’nin Genel Başkanı Tansu Çiller’i yılın kadını ilan ettiği için milletvekilliği alabilmiş bir kadın. Ama Vatan, Millet, Sakarya nutukları var, Atatürk var. Bilinçli olsa milliyetçilik diyeceğim ama o da değil. Bir tezde devlete çok yakın, ulusalcı, Kemalist bir örgütlenme diye bahsedilmişti TKB’den. Ama ben hiç bunu dile getirmeden, bu yaftalamadan hiç gocunmadan “Bu bir kadın örgütüdür. Bu ülkede bir kadın meselesi vardır. Derneğimizin 100 yıllık geçmişinde de zaten kadın için eşitlik mücadelesi var. Biz partiler üstü tavır ve tutumla kadın mücadelesine dönmeliyiz. Kadın mücadelesinde zenginleşmeliyiz, politik duruşumuz daima kadın ve hak mücadelesinin önderi olmaktır” şekline dönüştürdüm bu tanımlamayı. Bugün artık çok net bu. Ama o yaftalama, belli ki başından beri çok kolay yapılmış. Gözde bir dernek, önde bir dernek, beğenilen bir dernek. Fakat dediğim gibi kara çarşaf, Atatürkçülük, laiklik kırmızı çizgileri. Bu daima Günseli hanım döneminde de çok bilinçli olarak var. Hiçbir dönemde bu tartışma olmamış ama benim dönemimde net, açık ve bilinçli bir şekilde ifade edildi. Bu dernek kadın mücadelesine adanmıştır.
Kadın mücadelesi dediğiniz zaman kimseyi kimseden ayıramazsınız. Türban meselesi çok tartışma konusu olduğundan şöyle örnek vermiştim: “Şiddete uğramış bir kadın benim ofisime gelecek, başında türban var, ben bunu savunmayacak mıyım arkadaşlar?” Orada durdular. Ve sonra dedim ki bunu tartışalım. Dernek profiline katıp katmamak konusunda beraber karar verelim ama ona destek ulaştırmak, ona yardım vermek ve onu savunmak noktasını ayrı tutalım. Şube başkanlarına şöyle bir inisiyatif tanıdım; kimi üye yapmak istiyorsanız siz karar verin, ben müdahale etmeyeceğim. Nerede önemli görüyorsanız, nerede değerli görüyorsanız, nerede vazgeçilmez görüyorsanız kararı siz vereceksiniz. Çünkü artık benim politik bir tutumum var. Bu derneğe de bu politik tutumu kazandırmak istiyorum. Bir, partiler üstüyüz. İki, mücadelemiz kadın mücadelesidir.
Üç, sivil toplum olma bilincini yaymak, örgütlemek gibi bir önderliğimizi istiyorum. Buyurun ne yapıyorsanız yapın. Orda yavaş yavaş hoşgörüler gelişmeye başladı, keskin uçlar törpülenmeye başladı. Mesela bana resim gönderdiklerini hatırlıyorum “Valla başkanım bu arkadaşımızı çok seviyoruz ama türbanı var. Resmini göndermesek de ama üye aldığımızı bilseniz ne dersiniz” Benden cevap “Takdir sizin ama kaybetmemeye çalışın kadınları.” Türban ve türbanın temsilcileri daima en tartışmalı konu fakat CEDAW çalışmaları doğrultusunda onlar benim 2000 yılından beri sivil toplum örgütlenmesinde birlikte çalıştığım en can arkadaşlarım. Ve herkes son derece saygılıydı. Kimi zaman deli gibi de tartışıyoruz. Ben hak ve özgürlükleri dinsel temele oturtarak savunmamalıyız, daha farklı temellerde, uluslararası standartlarda ve hukuki güvencelerle kadın hakları, kadının insan hakları meselesinde tartışmalıyız diye savunanlardanım.
Benim politik tavrım, tutumum, ideolojik yapım var, kişisel olarak söylüyorum bunu. Türban meselesinin siyasi partiler tarafından ya da bir parti tarafından araç olarak kullanılmasına tanık olanlardan birisiyim. Eylemleriyle, işlemleriyle, söylemleriyle o tarihte ben de o siyasi partinin tutumunu kınadım. Çünkü orada sorun benim yanımda oturan arkadaşımın olmadığını biliyorum. O tavra, kullanıma, kadının araçsallaştırılmasına son derece tepki duymuş ve tavır koymuşumdur. Bu da benim kişisel tavrım ama dediğim gibi daima TKB’nin ideolojik anlamda tutumunu yumuşak, paylaşımcı, hak savunuculuğu noktasında ve ölçütleri değiştirerek yaymaya çalıştım. Başkaları şöyle konuştu, böyle konuştu ama ben bunların çok sonuçlarını da gördüm. Bütün proje çalışmalarımızda, ulaştığımız her ilde ve her ilçede, şubelerimizin çalıştığı her yerde, kimin kapısını çaldıysak gelin birlikte yapalım diye, asla bir kapı kapanmadı. Son projemiz CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi’nin yaygınlaşması projesiydi.
35 ilde sürdürdük ve inanamadım katılıma. Karma örgütler, tek başına kadın örgütleri, tek başına Kürt yapılar... CEDAW’ın gölge raporuna dördüncü, beşinci birleştirilmiş ilk gölge raporunu da biz yazdık. Dört ve beş birleştirilmişe ve altıya bağımsız raporlarını entegre ettik. Altı, yedi, sekize alt başlıklar açtık. Biz artık bunları konuşmuyoruz. En azından ben bunu başardığımı samimiyetle iddia edebilecek birisi olarak görüyorum kendimi, alçak gönüllü de olmayacağım. Bu derneğin politik duruşu anlamında asla ve kata hiç kimse beni ya da bu derneği böyle bir tutumla değerlendiremez.
Böyle bir tutum derken ayrımcılıktan mı bahsediyorsunuz?
– Evet. 24 yıldır gölge raporlarını biz yazıyoruz, düşünebiliyor musunuz? Türkiye’nin dört bir yanına o kadar ulaşabildik ki... CEDAW gölge raporları bu ülkenin ilk ve tek izleme ve raporlama örnekleridir ve en başarılılardır. Çünkü izlemeyi bilirdik de raporlamayı bilmezdik ve bunu uluslararası alana açtık. Türkiye’de 600 kadını Ankara’da dördüncü ve beşinci birleştirilmiş gölge raporu yazmak için topladık. Hatta dalga geçmişlerdi, bunu üç deli başardı diye. Üç deli kim? Nazik Işık, Sema Kendirci ve Halime Güner. Pekin+5’in raporunu yeni bitirmiştik çünkü. 80’i aşkın örgütün katılımı ile ürettiğimiz çok başarılı bir rapordu. Üçümüz bir gün yemekte otururken “Peki biz CEDAW Sivil Toplum Forumunu da yapamaz mıyız?” diye konuştuk.
O zaman hemen CEDAW’dan devam edelim. CEDAW’la TKB’nin ilişkisi nasıl başladı? Bugün nasıl devam ediyor? Nasıl etkiledi TKB’yi CEDAW süreci? CEDAW öncesi ve sonrasında TKB’de ve çalışma alanlarında nasıl değişimler oldu?
– Tam da bu noktada yukarıda sözünü ettiğim süreci başlattık ve ülke üzerinde 600’e yakın kadının Ankara’da bir araya gelmesini sağlayan bir buluşmayı planladık. Ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen örgüt temsilcilerinden ve kadın aktivistlerden oluşan bir profil. Konu dördüncü ve beşinci birleştirilmiş Cedaw Gölge raporunun hazırlık toplantısı. O tarihte sekretaryayı Uçan Süpürge üstlenmişti. Bu toplantıda CEDAW başlıklarını atölye çalışmaları haline getirip çıkarttığımız raporlarla gölge rapor yazım aşamasında, temelinde tüm görüşlerin yer almasını sağladık.
O toplantıda tüm katılımcıların oyları ile aslında ilk elde yazım görevini yapmak üzere CEDAW Sivil Toplum Yürütme Kurulu seçildi. Ama biz o kurula süreklilik kazandırarak ve daima yeni katılımlarla da zenginleştirerek bugüne kadar varlığını sürdürmeyi görev saydık. Yani CEDAW Sekretarya 2005 yılından beri bizim sorumluluğumuzda ve bizim çatımız altında sürmekte. O yıldan beri de altıncı dönem, yedinci dönem ve sekizinci dönem gölge raporlarını hep birlikte ürettik ve komite önünde de savunmayı üstlendik. Doğal olarak bu çalışmaları sürdürme kararındayız. Son olarak şunu da eklemek isterim. CEDAW’ın Türkiye’deki tarihine tanıklık eden kadınlarla bir sözlü tarih çalışması yaptık ve sonra da bunu belgesel film haline getirdik. Yine Nezihe Muhiddin’in mezarı. 46 CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi tanıtım filmlerini de TKB olarak hazırladık.
TKB kadınların özel alanda yaşadıkları sorunlara ve özellikle kadına yönelik şiddete dair nasıl çalışmalar yürüttü? Örneğin yakın tarihe baktığımızda İstanbul Sözleşmesi sürecinin nasıl bir parçası oldu?
– Bildiğiniz gibi TKB kurulduğu günden beri sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın her alanında eşitlik mücadelesi için kurulduğunu savunan bir dernek. Bu eşitliğin yasal güvencelere kavuşması noktasında da daha 50’li yıllardan itibaren yasalarda eşitliğe aykırı hükümlerin değişmesi gerektiğini dile getirmeye başlamış. Nitekim en büyük kamuoyu oluşturma çalışmaları da 70’li yıllarda hız kazanmış. Ben genel başkan olduğumda eşitliğe ulaşmak için önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini daha yüksek sesle dillendirmeye başladım. Zaten şiddetin bu engellerin başında geldiği, tüm kadın örgütlerince başlatılan mücadelelerde çoktan gündeme alınmıştı.
Yasalar Önünde Tam Eşitlik kampanyamızı tam da bu dönemde başlattık. İlk ve en önemli başarı da kadına yönelik şiddetin varlığını kabul eden ilk yasa 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Yasanın 1998 yılında hayata geçmesiydi. Ben de bu yasanın yazılma sürecine katılanlardan birisiyim. Ondan sonraki tüm yasa çalışmalarına fiilen katıldım; Medeni Yasa, Türk Ceza Yasası, 2004 yılındaki Anayasa değişikliği çalışmaları. Sonra 6284 sayılı yasayı da yazanlardan birisi oldum. Ancak bu yasadan önce İstanbul Sözleşmesi hazırlık çalışmalarına da TKB olarak ev sahipliği yaptık ve çok büyük iki hazırlık toplantısında Prof. Dr. Feride Acar’ın da katılımı ile ülke üzerinde kadın örgütlerinden şiddete dair tüm görüşleri toplamaya çalıştık. Bu arada TKB’nin en önemli görevlerinden birisi de bu yasaların, sözleşmelerin bilinmesi, yaygınlaşması ve kullanılması için en büyük projelerin hayata geçirilmesi olmuştur.
Konuşmamızı biraz geriye saracağım. Biraz ön[1]ce TKB’nin devlete yakın olarak tanımlandığından bahsettiniz. Siz TKB’nin devletle ilişkilerini nasıl tanımlıyorsunuz ve değerlendiriyorsunuz?
– 2000’li yılların başında ve yasaların değişim süreçlerinin her aşamasında siyasi iktidarların bizimle isteyerek veya istemeyerek yoğun iş birlikleri oldu ve daima taleplerimizi dinlemek zorunda kaldılar. Avrupa Birliği’ne uyum yasalarının yapılma dönemlerinin de buna katkısı olduğu kesin. Ama bence kadın örgütlerinin sayıca üstün, örgütlü ve kararlı duruşları en büyük etken oldu.
TKB ise hem en büyük ve en yaygın yapısı ile hem de hukuki temsil ağırlığı ile görüşleri öncelikli olarak sorulan konumda olmuştur. Ancak özellikle 2010 yılından itibaren devlette Aile Bakanlığı değişimi ile başlayan, kadın söylemini en aza indirme çabaları doğrultusunda ilişkiler git gide zayıflatılmaya ve seyrekleştirilmeye başlanmıştır. Yine de son döneme kadar TKB, dördüncüsü de yazılan şiddet eylem planlarının yazımına katılmış, Aile Bakanlığı bünyesinde 6284 sayılı yasadan sonra kurulan Şiddet İzleme Komisyonu üyeliğini sürdürmüştür. Fakat son yıllarda TKB de dahil devlet-STK ilişkileri sıfır düzeyindedir. Zaten bugün gelinen noktada devletin kendi sivil toplum kuruluşlarını da kurması itibariyle eleştirel düşüncede olduğunu düşündüğü STK’larla ilişkilerini bilerek ve isteyerek sıfır düzeyine getirmiştir ve bence son derece bilinçli bir seçimdir bu.
TKB şubelerinden siyasete giren kadınlardan bahsettiniz. Genel ve yerel siyasette nasıl etkileri oldu TKB’li kadınların? Özellikle yerel yönetimleri izleme çalışmalarına katılıyor musunuz?
– Yukarıda söylediğim gibi TKB 12 milletvekili çıkararak siyasi hakların kazanımlarından en çok yararlanan örgüt olmuş ancak ben yönetime geldiğimde tüzükte siyasi partilere üye olma yasağı vardı. Tüzüğü hemen değiştirerek siyasi partilere üyeliği özendirmek için çalışmalar başlattık. Yasağın kalkması zamanla çok büyük bir rahatlık sağladı ve bulundukları bölgelerde belediye meclis üyelikleri ve muhtarlıklarda adaylıklar çoğaldı.
En önemlisi, siyasi partilere üyelikler arttı. Yaptığımız bütün projelerde de yerel yönetimleri izleme ve raporlama konusunu daima öne çıkartmaya dikkat ediyoruz. 2000’li yılların en başarılı örgütlenmelerinden birisi olan Kadın Koalisyonunun kurucusu, bileşeni sıfatıyla bugüne kadar her ortak çalışmanın da doğal olarak bir parçası olduk.
Son olarak; sizin TKB ile yolunuz nasıl kesişti? Sizin döneminizde TKB hangi çalışmalara, alanlara önem ve öncelik verdi? Ve bunlar kimlerle yürütüldü?
– Kadın örgütlenmelerini merak ederek girdim TKB’ye. Fakat girdikten sonra şöyle bir tavırla karşılaştım. Eski Başkan milletvekiliydi ve bana şöyle dedi: “Ben nerede, ne yaparsam gelip beni ağırlamalısınız. Peşimde olmalısınız.” Dedim ki “Pardon, örgütten ben bunu anlamıyorum. Siz milletvekili seçilmiş gitmişsiniz. Niçin bu örgüt arkanızda olsun?” Hatta genel kuruldan destek mesajı yayınlamamı istedi Tansu Çiller için. Hâlbuki ben sendikalarda Tansu Çiller’le mücadeleyi sürdüren bir kişiydim. Sonuç olarak evet, biraz merak vardı, biraz öğrenme, tanıma vardı TKB’ye girişimde.
Süreç içinde çok zorlandım. İlk olarak eski başkanın çıkarttığı aksilikler yüzünden. Sonra da kimdir bunlar, kaç kişidir, nerededir diye öğrenmeye çalışırken. Hemen bilgisayar sistemine geçip kayıt tuttum, kayda geçireyim her şeyi diye. Hangi ilde, kaç üye varın hesabını yapmaya çalıştım. Formlar hazırladım, kaç kişi var bana üyelerin profilini yazın, yollayın diye. Bir buçuk yıl eski genel başkan bunların gönderilmesine engel oldu. Sonra anladım ki her ilde tüzüğe göre seçilmesi gereken delege sayısına kendisi karar verirmiş. Sonuç olarak kayda girdikten ve profili gördükten sonra şu kadar üye var, şu kadar şube var şeklinde ortaya çıktı. Yaklaşık iki üç yıl sonra derneğin profilini görebildim. Ondan sonra ancak neyi nereye oturtabilirim, nasıl yapabilirim çabasına başladım. O sırada dışarıda örgütlenen kadın hareketi içinde şiddet mücadelesini başlatmıştık; yürüyüşler, Mor İğne kampanyaları...
Yukarıda anlattığım yasaların yapım süreçlerine Devlet Bakanlığı çatısı altında kurulan hukuk komisyonunda uzman hukukçu ve TKB’nin Genel Başkanı olarak katıldım. O çatının altında ve her yerde ve her fırsatta TKB’yi ve tarihini de öne çıkartmaya başladım. Hep övünürüz, Medeni Yasa’nın ve Ceza Yasası’nın değişiminin kapısını açtık. Benim o sendikal geçmişimdeki deneyimlerim de tabii ki bana çok yardımcı oldu. Her yere davet ediliyordum; Adalet Bakanlığı’ndaki çalışmalara, Medeni kanun çalışmalarına. Komisyon başkanı hocamdı ve beni davet etmişti.
Geçmişimin getirdiği avantajları dernek için kullandım buralarda. Sonra da 1996 yılında Yasalar Önünde Tam Eşitlik kampanyasını başlattım, hemen genel başkanlığımın ertesinde. İlk başından dernek çok anladı mı, anlamadı mı bilmiyorum ama kamu anladı, diğer sivil toplum örgütleri anladı. Ve devlet anladı tabii. Medeni Kanunu’n son oylanmasından bir hafta ya da 10 gün önce Ankara’da miting düzenledik.Bizim istediğimiz maddeler geçsin diye. Ceza Kanunu’nun oylanmasından bir gün önce Ankara’da müthiş bir yürüyüş düzenledik Meclis önüne kadar. Ben birleştirici olmaya özen gösteren biriyimdir. Bunu da sendikal deneyimlerde kazandım daima. Bir arada üretebilmek için biraz önde olmamaya özen göstereceksiniz.
Çünkü bizim hâlâ feodal altyapımızda, sevilenin peşinden gitmek var. Çok “benim” diyenin değil de güvenilenin peşinden gitmek var. Biraz o duyguları vermeye çalıştım. Dernekte de böyle oldu ve kadın örgütlenmesinde de. 300-400 örgüttük çünkü, öyle olmaya çalıştım. Galiba benim hakkımda birileri bir şeyler söyleyecekse belki öncelikle güvenilir bir hukukçu olduğum söylenebilir ve ben de o yanım çok öne çıksın istemişimdir. Ama TKB adının önde, gözde, lider ve geçmişine yakışır noktada durması konusunda hiç taviz vermedim. Vermem de. Çünkü ben bu tarihi Türkiye Cumhuriyeti’yle yaşıt, Osmanlı dönemini katmıyorum, kadın mücadelesi tarihi diye görenlerdenim. Ve bundan da hiç vazgeçmedim. Ama çok yorgunum, mütemadiyen koltuğu vermeye çalışıyorum. Fakat eski dönemden daha sorumsuz bir kitleyle karşı karşıyayız bence. “Siz iyi yapıyorsunuz” deyip aslında sorumluluktan kaçıyorlar. Dedim ki “Bu beni övmek değil. Bu sorumluluktan kaçmak.
Ben yine arkanızda, yanınızda olacağım, bırakmayacağım, ben çalışacağım...” Ben çalışmayı seven birisiyim ama ne yazık ki yalnız kaldıkça çok zorlanıyorum. Bir zamanlar yönetimlere talip olmak ve sahiplenmek noktasındaki özendirici tavır ve tutum şimdi yok. Korku var, biraz sorumluluktan kaçmak var, biraz bu siyasi iktidarın bölme, parçalama ve korkutma yöntemlerinin başarıya ulaşması var. Gelinen noktada üzgünüm örgütlenmeler adına.
Röportaj: Nacide Berber