Gerçek olmayan, hakikati yansıtmayan, asılsız ve uydurma şeyler yalan olarak bilinmektedir. Aldatmaya dayalı haksız sözlere de yalan denilmektedir. Olanları olmayan gibi göstermek, ya da olmayanları olmuş gibi göstermek de yalan olarak telakki edilmektedir. Yalanı fıtrat karşıtlığı olarak da düşünebiliriz. Yalan aynı zamanda dilin şirazesinden çıkması demektir. En büyük yalan Hakkı inkar etmektir. Yalanın kimliği ile ilgili çok yoğun bir bilgi mevcut bulunmaktadır lakin konuşulanların ne kadarının doğru ne kadarının yalan olduğunu ancak Allah bilir. Bir yalancının yalanı sınırları ve haddi hududu aşıyorsa, konuştuğu yalanlar günah boyutunu geçiyorsa ve tüm toleransları zorluyorsa o yalancı için tehlike başlamış demektir. Yani o kişi artık iflah olmaz yalancılık hastalığına yakalanmış demektir. Bu nedenle yalancılık hastalığına yakalananların kimliği ile münafık kimlik arasında yoğun özdeş bir ilişki bulunmaktadır.
Bir gerçek var ki, bilginin ve doğrunun olmadığı tüm alanları yalanlar doldurmaktadır. Yalana sarılmanın yılana sarılmaktan bir farkı olmadığını herkes bilmektedir. Bu nedenle meydanların asla yalancılara kalmaması gerekmektedir. Yani büyük ve zor bir savaş gerekir. Bu savaşı yürütmek için ve yalancılarla mücadele etmek için en kesin ve en kestirme yol; delillerle, bilgilerle, belgelerle, kültür ve benzeri etkin argümanlarla savaşmaktır.
İnanan insanlar, Müslüman toplumlar, alimler, ulemalar ve entelektüel fikir adamları zamanlarının önemli bir bölümünü; yalanların etrafında kümelenen inançsızların, azgınların, sapıkların, sapkınların, kafirlerin, ateistlerin, deistlerin, münafıkların, asilerin, isyankarların ve tanrıcılık oyunu oynayanların iddialarına cevap vermekle geçirmektedir. Yalancılara elbette ki gerektiğinde fazlası ile cevap vermek de gereklidir lakin bunların pişkinlikleri ve kaypaklıkları tüm anlayışlarını kapatmaktadır. Onlara ne anlatsan boş. Çünkü yalancılar yalanlarını pervasızca söylemektedir. Onlar konuştuklarının ve iddialarının doğruluğunu hiçbir zaman ispat etmezler. Buna ihtiyaç da hissetmezler. Delillerini ortaya koymazlar, zaten olmayan delili ortaya koyamazlar. Sadece zehirlerini ortalığa zerk ederler, fitne saçarlar, dedikodu yaparlar, polemik oluştururlar, toplumsal iklimi kirletirler, kuşku ve vesvese için gerekli olan her ne varsa hepsini yaparlar. Her türlü yalanı ve iftirayı bir silah olarak kullanırlar. Hatta bazen en doğru olanları yalan diye yutturmayı da başarabilirler. Bu hainliklerinden, vicdansızlıklarından, kahpeliklerinden ve zalimliklerinden de zevk alırlar. Onlar yeryüzünün şeref yoksunu en haysiyetsiz adamlarıdır.
“Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.” (Hucurat Suresi 6. Ayet)
Bir zehir bir yere sirayet ettiğinde onu bertaraf etmek ne mümkün. Kırılan bir camı yeniden eskisine döndürmek ne mümkün. Bir virüs bir salgına neden olduğunda onu durdurmak ne mümkün. Bir fitne bir toplumda yayılıyorsa onun önüne geçmek ne mümkün. Bir pislik etrafa fena koku yayıyorsa onu def etmek ne mümkün. Bir kasıtlı davranış insan hareketine yön veriyorsa onun önüne geçmek ne mümkün. Bir yalan ortalıkta dolaşıyorsa onu düzeltmek ne mümkün. Yani toplum hayatı ile, insan onuru ile, inanç ve iman üzerindeki tahribatlarla uğraşmak ne zor bir iştir. İşte Müslüman dünya da bu mümkünü zor olanlar ile uğraşmakta veya uğraşmaya mecbur bırakılmaktadır. Oysa Müslüman dünyanın ilk yapacağı şey bu bataklıklarda savunma gayretleriyle oyalanmak değildir. Bilinmelidir ki en büyük savunma taarruzdan geçer. Saadetin, selametin, hidayetin, maddi ve manevi hazinelerin, ebedi kurtuluşun ve mutlak hakikatlerin anlatılması varken, boş iddialarla, kuru ve çorak fikirlerle, temelsiz ve mesnetsiz iddialarla fazla uğraşmanın bir alemi yoktur. Onlarla uğraşmak yerine ilk olarak onların kendi iddialarının ispatı istenmelidir. Delillerini ortaya konulması istenmelidir. Yani iddia sahibi iddiasını ispat etsin. Biz de o zaman onlara hodri meydan diyelim. Asıl enerjimizi o zaman harcayalım. Dava insanlarının sadece savunmada kalıp oyalanması yerine tebliğ sayesinde taarruz pozisyonuna geçmeleri gerekmektedir. Çünkü dava insanının yetkili kılındığı en büyük silahı tebliğdir. Tebliğ de bilgi ister, kültür ister, donanım ister, delil ister. Bu nedenle yalancılarla savaşmak için tüm eksiklerimizi gidermeliyiz.
Mutlak gerçeklik üzerinden hareket edecek olursak, her zaman delil ile konuşmak gerekir. Kiminle ne tartışıyorsak deliller üzerinden tartışmalıyız. Delili olan, her zaman galiptir ve her zaman üstündür. Tebliğci aynı zamanda delilleri ortaya koyan kişi demektir. Delil yoksa tartışma da yoktur, hüküm de yoktur, sonuç da yoktur. Delili olmayan cahildir. Cahilin delili yoksa yalana sarılır. Cahilin cesareti yalandan delil uydurabilmesindendir.
“De ki: “En kesin ve üstün delil, Allah’ındır. Allah isteseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi.” (Enam Suresi 149. Ayet)
Hakikatleri ispat eden vasıtalara, araçlara ve argümanlara delil diyebiliriz. Hakikatleri ortaya koyan ipuçlarına da delil diyebiliriz. Bilineni, bilinen hale getiren, açık eden şeye de delil diyebiliriz. Delil deyince; gerçekliğe ulaştıran alametler, emareler, işaretler, yollar, yönelişler, kılavuzlar, rehberler ve diğer tüm etkenler akla gelmektedir. Bu haliyle delil, gerçekliklerin ifadesidir. Yüce Allah’ın dışındaki her şeyde delilin delil olması için mutlaka KIYASLANABİLİR olması gerekir. Bunun için delil, ister maddi olsun ister manevi olsun mutlaka tarif edilebilir olmalıdır. Delilin zamansal ve mekânsal bir boyutu vardır ve bu nedenle onun bir referansı da olmalıdır. Delil, hem maddi ve hem manevi bilgi gerektiren bir olgudur. Maddi varlıklarla ilgili bilgisi olan (gözlem ve deney dahilinde) maddi delile ulaşabilir, manevi varlıklarla ilgili bilgisi olan manevi delillere ulaşabilir. Hiçbir bilgisi ve merakı olmayanın, delil umurunda bile değildir. Delilin olduğu yerde hakikat vardır, gerçeklik vardır, doğruluk vardır. Delil varsa küfür yoktur, yanlış yoktur, inkar yoktur, şirret yoktur, şer yoktur. Mutlak gerçeklikte delil kavramının öne çıkmasındaki asıl gaye, tevhidin daha iyi anlaşılması, Hak ve hakikatin tüm boyutları ile tecelli etmesidir.
Delil kavramına başka bir zaviyeden baktığımızda, varlık olarak tezahür eden mevcudatın tamamını delil olarak kabul edebiliriz. Maddi varlıklar bir delildir. Manevi varlıklar bir delildir. Ara varlıklar delildir. Hayali varlıklar delildir. Her şey delildir. Gözün gördüğü her şey delildir. Delili olmayan hiçbir şey yoktur. Tüm delil alemi tevhide şahitlik eder. Yüce Allah benzersizdir. Hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Onun varlığının en büyük delili yarattıklarıdır. Kurduğu düzenlerdir. Kurduğu sistemlerdir. Her şeye hakim olması ve her şeyde hüküm sahibi olması O’nun mutlak ilah olmasına delildir. Fıtrat yani yaratılış dediğimizde yaratılan her şey O’nun “bir” olduğuna delildir. Tüm deliller vahdaniyeti işaret eder.
Sonsuz adet aleni delile rağmen inkarı ve küfrü seçenlerin tüm delillere karşı duyarsız olmasının nedeni, yalanların sevimli gibi görünmesi, aklın kullanılmaması, kalbin devreden çıkarılması, duyuların etkinliğinin sıfırlanması, iradenin boşluklara salınması, büyük bir hazine ve bilgi kaynağı olan nakillere ve vahye ihtiyaç duyulmaması ve uyarıcı elçilere kulak asılmamasıdır. Tüm bunlar, yalancı küfür insanlarının en büyük acizliği olarak ortaya çıkar ve tüm delillerden mahrum olmalarına neden olur. Delillerden ve gerçekliklerden mahrum olanlara rahatlıkla insan dışı mahluk nitelemesi yapılabilmesinin nedeni budur. Böylesi insanlar makineleşmiş, robotlaşmış, katılaşmış, taşlaşmış ruhsuz insanlardır. Çünkü bu mahluklar, gerçeklikleri; inkar ile, yalan ile, iftira ile, takiye ile ve polemik ile örtmeye çalışmaktadır.
Bir yalancıya ve hakikatleri reddeden inkarcıya; neden baktıklarını göremezsin dediğimizde o mahluk sessiz olur, suspus olur. Oysa fıtratın en güzel delilleri her zaman önünde olduğu halde karanlık küfür aleminin etkisi ile baktıklarını görmez, duyduklarını işitmez, hissettiklerini anlamaz. Çünkü yalan, küfür ve inkar sinelerini kaplamıştır. Küfür alemindeki kapıların hepsi mühürlenmiştir. Gönüller karanlık çukurlardadır. Gözler perdelenmiştir. Heva ve hevesler tüm bünyeyi sarmıştır. Hastalık tüm kimliği mahvetmiştir, felç etmiştir. Bu durumda olanlara hakikat göstermek ne mümkün. Şifa sunmak ne mümkün. Delil göstermek ne mümkün. Küfrün bataklığındakilere delil gösterip Hakka davet etmek ne mümkün…
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” (Necm Suresi 23. Ayet)
Çalışanlar, araştıranlar, öğrenenler, bilgi sahibi olanlar, ilim sahibi olanlar, irfan sahibi olanlar, mevcudata ibret nazarı ile bakanlar, düşünenler, tefekkür edenler, maddi ve manevi donanıma sahip olanlar, kainata hayran olanlar, hikmetlere ram olanlar, hayretlere varanlar, gerçeklerle yüzleşenler ve fıtratı hakkı ile anlayanlar en doğru yolun yolcularıdır ve onlar şeytanın ordularını temsil eden yalancılarla savaşan tebliğci şanlı mücahitlerdir. Bu mücahitler, fitne peşinde koşan, fesatlık eden, bozgunculuk yapan ve yalanlara dolanan tüm sahtekarlara aman vermeyecektir. Allah’ın izniyle karanlık bataklıklarda can çekişen yalancıların dünyayı kasıp kavuran devri sabık dönemini sona erdireceklerdir…
Ali Dama